15 Haziran 2020, İzmir 9 Eylül Gazetesi, Sinan Keskin
Bir söyleşinizde, 'Kapiland serisi çocukluk dönemime bir vefa borcu gibi ortaya çıktı' diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?
Benim çocukluğum Çukurova’da geçti; tarlaların, meraların, bahçelerin içinde. Biyoteknolojinin tohumların ruhuyla oynayabileceğini düşünmediğimiz yıllardı, ne ekersen onu biçersin yılları, yani şeftali şeftaliydi, buğday buğdaydı. Dünya küreselleşme döngüsü içine girince tarım dünyası da değişti. Tohum ticareti yapanlar yurtdışından sertifikalı tohumlar getirip satmaya başlamıştı. Babam da bir gün ilçeden iki büyük torbayla köye döndü. “Öyle bir karpuz çekirdeği aldım ki, çok bereketliymiş, paraya para demeyeceğiz.” dedi. Hazırlıklar yapıldı, çekirdekler fideye dönüştürüldü, fideler tarlalara aktarıldı. Hiçbir aşamada sorun çıkmadı. Karpuzlar olgunlaşmaya başladığında babamın gerçekten de sihirli bir tohum aldığını düşünüyordum. Karpuz tüccarları kamyonlarını getirip ürünü daha tarladayken iyi paralara satın aldılar. Babam baktı ki bu çekirdek çok para kazandırıyor. O tarladan yarım pikap kasası karpuzu evin önüne yıktı. “Hadi bakalım çocuklar, karpuzları kırıp çekirdeklerini ayıklayın, seneye aynı çekirdeği ekeceğiz.” dedi. Dünyanın en güzel işi karpuz çekirdeği ayıklamak. Gülerek eğlenerek yaptık bu işi. Hem babamı da tohum tüccarına yeniden para vermekten kurtaracaktık. Babam da hırslı adam, gelecek karpuz sezonunda daha çok para kazanmak için kendi tarlamız dışında başka tarlalar da kiraladı ve ekim işi başladı. Ama bu kez hiçbir şey önceki yıl gibi değildi. Çekirdeklerin bir kısmı fideye dönüşmedi, fide olmayı başarıp tarlaya aktarılanların yarısı büyümedi, büyümeyi başaranların yarısı çiçek açamadı, çiçek açmayı başaranların yarısı meyveyi büyütemedi ve babam hayatının en büyük zararını etti. Çünkü önceki yıl aldığı tohumların ruhlarıyla oynandığını, programlı tohumlar olduğunu bilmiyordu. Meğer biyoteknoloji bizim köye kadar dadanmış. Ektiğinden gerçek tohumlar elde edemezmişsin, GDO diye bir şey varmış. İşte bu yüzden genetik konusu, bilimin kapitalizme hizmet etmesi, kâr uğruna tohumların ruhuyla oynanması, küresel pazarlar her zaman ilgimi çeker. Çocukluğumun tarlalarına, dünyanın en lezzetli meyvesi olan o eski karpuzlara hâlâ borcum var.
Çöp Plaza yazın yolculuğunuzda önemli bir dönemeç sanırım. Sizin için bu yolculukta kırılma anlarınız hangileridir?
Çöp Plaza’yı yazmaya bir marketin önünde karar vermiştim. Bir pet şişenin ezilme sesini duymamla birlikte. Plastik şişeyi ezen 14 yaşlarında bir çocuktu, çuvalında daha az yer kaplasın diye böyle yapıyordu. Herhangi bir caddede karşılaşabileceğimiz toplayıcı çocuklardan biriydi ama o saniye şunu düşünmeme yol açtı. Onların dünyasını anlatmalıydım; duygularını, isyanlarını, mücadelelerini, dünyadaki dengesizlikten paylarına düşeni, düşmeyeni... Konu kafamda oluşurken yazma planım hakkında yayınevi editörüyle de kısa bir sohbet etme fırsatı buldum. Ama bendeki heyecan onda yoktu, böyle bir konunun başarılı olmayacağını, çocukların empati kuramayacaklarını söyledi, kısaca vazgeç, dedi. Vazgeçmedim, çünkü editör henüz nasıl yazacağımı bilmiyordu, ben de bilmiyordum. Ama empati sağlamanın üslupla mümkün olduğuna emindim. Bir paragrafın içinde kullanacağın kısacık tek bir cümle bile okurla kitap arasındaki duvarı yıkabilir. Buna inanıyorum, çünkü okurken bana öyle oluyor. Yazar bir yığın sıkıcı şey anlatsa bile bir cümle ile beni yoldan çıkarabiliyor. Eh, biraz da editörle inatlaşmak istemiş olabilirdim. Dosyamı bir buçuk yıl sonra yollayabildim. Editör de iyi ki beni dinlememişsiniz, dedi. Şimdi en çok okunan üç kitabımdan biri haline geldi. Çöp Plaza’dan sonra uçak korkumu bile yendim, çünkü uçak düşse ve ölsem geride Çöp Plaza, capcanlı yaşamaya devam edecek.
Çocukluğunuzda peşinizi bırakmayan karın ağrınızın tam anlamıyla geçtiğini düşünüyor musunuz? Yazdığınız metinlere baktığımızda bu ağrı ya da kaygı başka bir şekle evrilmiş gibi.
Ağrı, elbette arayıştır; daha iyiyi, daha az kusurluyu, daha anlamlıyı arayış. Dediğiniz gibi o ağrı evrildi. Şimdilerde daha sağlam bir kitap yazabilme sancısı olarak devam ediyor. Çocuklara ve gençlere yazan biri olarak hızla değişen bu kuşağı takip etmek zorundayım. Onları anlamak, dillerini benimsemek, yeni nesil serüvenler icat etmek hem ağrılı hem heyecanlı bir süreç.
Neden çocuklar için yazdığınızı, “Mutlu çocuk, mutsuz çocuk, seven çocuk, yaramaz çocuk, uslu çocuk, korkak çocuk, kahraman çocuk... Hepsi içimde ve hepsi yazdıklarımda.” diye açıklıyorsunuz. Sizde bu çocuklardan hangisi daha baskın?
Sanırım mutsuz çocuk baskın; çünkü yazma motivasyonu mutsuzlukla başlar. Şen şakrak, gülüp eğlenen, hiçbir şeyi kafaya takmayan biri neden yazsın? Ama içimdeki mutsuz çocuk, sıra dışı macera arayışlarıyla çok farklı çocuklara dönüşüyor. Dünyaya çok farklı kimliklerle yeniden gelmişim gibi hissediyorum. Yazmak bunu sağlıyor, tabii okumanın da benzer bir işlevi var.
90'lardan günümüze okur kitlenizdeki -dolayısıyla çocuklardaki- değişimi, dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal medya (özellikle youtube ve instagram) çocuklarımızı nasıl etkiliyor?
Sosyal medyayı aklı başında kullanan da var, zirzopça işler için kullanan da. Çocuklar ilgi alanları doğrultusunda internette çok fazla veriye ulaşabiliyor, bu kendini geliştirebilmek için muhteşem bir olanak. Öte yandan bütün gün Youtube’da Kore şampuan reklamları izleyen çocukla da tanışmışlığım var. İnsanlar görünür olmak istiyor, sosyal medyaya yoğun ilgi bu yüzden. Fakat bu platformlar narsistliği de tetikliyor. Çocuklarda ve gençlerde zaten özseverlik olgun yaşlara göre biraz daha fazlayken sosyal medya bunu daha da çoğaltabilir. Narsistlik empati yeteneğinin azalmasına da yol açar. Ayrıca kişilik özellikleri gelişmekte olan birey, herkesten beğeni almak uğruna doğru dürüst bir kimlik kazanamayabilir.
Çocuklar distopyayı nasıl algılıyorlar?
Çocukların distopyaya bakışı yetişkin okurdan çok da farklı değil. Bazı yetişkin okurlar da distopya okumayı ya da izlemeyi sevmezken, bazıları sever. Bu durum insanların kişilik özelliklerine göre farklılık gösterdiğinden bir genelleme yapamam. Şunu söyleyebilirim, distopik bir eserin alt yaş sınırı olmalıdır, 10 yaşından küçükleri sert bir distopik evrenle karşılaştırmayı ben de doğru bulmam, belki düşük doz olabilir, denemedim. Özellikle 12 yaş ve üstündekiler için distopya heyecan vericidir. Çünkü kendilerini sıra dışı bir atmosferde bulurlar. Ayrıca gelecek bilinmezliklerle dolu olduğundan birinin gelecek hakkında söyleyeceklerine kulak vermek, geleceği şimdiden yaşıyor gibi olmak da ufuk açıcı. Üstelik yarının olası kaosuna bakıp bugünü güzelleştirmek için de oldukça uyarıcı.
Suya sabuna dokunmayan masallardan farklı bir edebiyat anlayışınız var. Yetişkin edebiyatında eser vermeyi hiç düşünmediniz mi?
Aslında yetişkin edebiyatı alanında bir kitabım var, Piper Pa-25 (Çocukluğumun Tanrısı). Daha öncesinde yetişkinler için epeyce radyo oyunum da var, ama çocuklar için yazmaya başladığımda fark ettim ki yazarken hissettiklerim, yetişkinler için yazdığım anlardakinden hiç farklı değil. Yine bir yaratım söz konusu, yine hayal kuruyorsun, kurgu yapıyorsun, sözcüklerle oynuyorsun, empati kuruyorsun, alternatif bir dünya hayal edip içinde dolaşıyorsun. Üstelik çocuklar ve gençler için yazarken ağır abi, ağır abla pozları takınmak da gerekmiyor, daha sahici, daha samimi. Durum böyle olunca kim tutar beni dedim ve çocuklar ve gençler için yazmaya devam ettim. Ayrıca kitaplarımı yetişkinlerin de beğeniyle okuduğunu biliyorum. Pek çok arkadaşım gibi iyi kitabın, iyi edebiyatın yaşının olmadığına inananlardanım.
Nisan 2018 İyi Kitap Dergisi, Elif Şhin Hamidi
“UMUT ETMEK ÜTOPYA DEĞİL, GERÇEKÇİ BİR BEKLENTİDİR”
İnsan, doymak bilmeyen bir arzu ve iştahla doğayı sömürmeye, büyük bir açgözlülükle gereğinden fazla tüketmeye devam ediyor. Kendi kıyametini, kendi elleriyle hazırladığının farkında bile değil. Miyase Sertbarut, distopik “Kapiland” serisinin üçüncü ve son kitabında, işte bunun farkına varmamızı sağlıyor. Dünya hâlâ dönmeye devam ediyorken, ey insan kendine gel, artık biraz insanlaş diye haykırıyor adeta. Sertbarut ile dünyanın ve insanın hâli pür melaline, yaşam ve ölüme, nükleer savaş ve yapay zekâya, distopya ve umuda dair konuştuk.
Boyuna tüketen, doğayı arsızca sömüren, durmadan savaşlar çıkaran insan; yorgun ama pes etmeden dönmeye devam eden dünyamızın sonunu ve kendi kıyametini hazırlıyor aslında. “Kapiland” serisinin üçüncü ve son kitabı Kapiland’ın Kıyameti bunu bir kez daha hatırlatıyor bize. Neydi size bu kitapları yazdıran?
“Kapiland” serisi çocukluk dönemime bir vefa borcu gibi ortaya çıktı. Yani insan fasulyeyle, börtü böcekle, ineklerle, köpeklerle birlikte büyüyünce onların ruhuna daha yakın hissediyor kendini. Sonra büyüyor, her canlıya teknolojinin, endüstrinin dokunduğunu görüyorsun. Kapitalizmin dev pençesi işine nasıl gelirse canlıları öyle biçimlendiriyor; bazılarını çoğaltıyor, bazılarını azaltıyor. Gen teknolojisinin kapitalizmin hizmetine girmesi, tohumları da koyunları da başkalaştırdı. Bu sistem daha iyiyi değil, daha çoğu hedefledi. Üretirken de tüketirken de… “Kapiland”ın ilk kitabı işte bu duruma isyanla var oldu, derken arkası geldi.
“Kapiland” serisi, genç okurları körleşmeden kurtaracak, kış uykusundan uyandıracak bir seri diye düşünüyorum. Distopik roman türünün genç okurlar için öneminden bahseder misiniz?
Aslında bir romana böylesi misyonlar yüklemekten kaçınırım, çünkü bunu başaramaz. Yazar olarak benim amacım inandırıcı ve gerçekçi bir havada geçmişi, bugünü ve yarını anlatmaya çalışmak. Distopik anlatılar daha inandırıcıdır, bugünün ruhuna uygundur. Çocuk, genç, yetişkin herkes gelecekle ilgili belirsiz kaygılar taşır. İşte distopya tam da bu kaygıları hedef alır. Ekonomik, politik, teknolojik kaygılarla örülmüş bir romanın sayfaları arasında dolaşmak okurun içindeki belirsiz kaygıların adının konmasını kolaylaştırır. Televizyonda gördüğü tarım bakanının doğruyu söyleyip söylemediği konusunda kuşku duymaya başlar. Bu da iyi bir şeydir. İnsanı sürü psikolojisinden kısmen uzaklaştırır.
Türkçe gençlik edebiyatında distopik roman örnekleri pek fazla değil sanırım. Bu türün yaygınlaşamamasının nedeni nedir sizce?
Çocukları ve kendimizi kandırmayı seviyoruz, ondan olabilir; iyimseriz, ondan olabilir. Ama çoğalacaktır. Distopik roman yazmak veya okumak ille de insanı karamsarlığa götürür diye bir şey yok. Bu tür yapıtlar tatbikat yapmaya benzer. Okullarda nasıl deprem ve yangın tatbikatı yapılıyorsa, sınıfların nasıl boşaltılması gerektiği uygulamalı olarak gösteriliyorsa dünyanın geleceği için de distopik romanlar bir tür uygulamadır. Okudukça güçlenir, ona göre pozisyon alırız.
Serinin son kitabını okurken 17 Ağustos depremi, atom bombası-Hiroşima, Hitler, dünya patronu ABD, 11 Eylül gibi pek çok felaketin yanı sıra Yedi Uyurlar hikâyesi, Orwell’in 1984 romanı, Steinback’in Fareler ve İnsanlar romanı, Dostoyevski’nin yapıtları zihnimin bir köşesinde dolanıp duruyordu. Bu serinin oluşumunda hangi olaylardan/kaynaklardan yola çıktınız?
Bunların hepsi ve hiçbiri, çünkü insan okurken ve dünyada olup bitenleri izlerken edindiklerini, zihnine dönüştürerek yerleştirir. Günü geldiğinde o parçacıkları alır ve yeni biçimleriyle kullanır. Yazarken bütün çağrışımlara açığım. Örneğin Kapiland’ın Kıyameti’ni yazmaya başladığımda karakterlerin kış uykusuna yatacaklarını anladığım an zihnimde Yedi Uyurlar canlandı. Kitapta da bu hikâyenin biri tarafından dillendirilmesi gerektiğini düşündüm. Kimin ağzına yakışır, dedim. Çocuk Bahri büyüyüp de Koca Bahri olduğunda “bu hikâye benim işime yarar,” deyip o anlattı.
Kitapta dünyanın da umut etmeyi insandan öğrendiği ve ölü hâliyle dönmeye devam ettiği dile getiriliyor. Her şeye rağmen dünyanın/doğanın insana dair hâlâ bir umudu var gibi görünüyor. İnsan, insana dair umudunu nasıl koruyabilir?
Başka seçeneğimiz yok ki. Biz insanı iyi ve kötü yanlarıyla tanıdıkça, anladıkça kendimize ve başkalarına yaklaşımımız o oranda olgunlaşacak. Olumsuz yanlarımız tamamen reddedişle ya da çaresiz bir kabullenişle düzelmeyecek. Doğanın bir parçası değil de hükümdarıymış gibi davranan insan, kendiliğinden o tahttan inmezse dünyadaki dengesizlik zaten onu alaşağı edecek. İnsana bunu fark ettirebildiğimiz ölçüde “umut etmek” ütopya değil, gerçekçi bir beklentidir.
Kitapta gri bir toz tabakasının kapladığı, yerle bir olmuş bir dünya var karşımızda. Hayatta kalabilenler açlıkla mücadele ediyor, çünkü nükleer savaş nedeniyle toprak da ölmüş, her şey zehir saçıyor. Buna rağmen geriye kalan insanlar birbirine tutunmak yerine “magmacılar” ve “çiftliktekiler” diye ikiye ayrılmış. Ekmek ise yine güce sahip olanların elinde.
Ne var ki doğa, insana yağmuru ve suyu sunmak konusunda cömert olduğu gibi ölüm konusunda da kimseyi es geçmiyor, oldukça adil. Sırf bu bilgi bile insanların doğaya ve türdeşlerine karşı daha duyarlı olmasına yetmez mi?
Kitabın tutunduğu izlek tam da bu. Ama çoğumuz kendi küçük bahçemizde yaşar, kendi küçük mutfağımızda karnımızı doyurur, küçük ekranlarda türlü oyunlarla zihnimizi karmaşadan, bizi kaosa sürükleyeceğini sandığımız düşüncelerden uzaklaştırırız. Buzdolabından aldığımız sütü içerken zavallı bir buzağının payına ortak olduğumuz aklımıza bile gelmez. İyi edebiyat işte bize bunu hatırlatır. Sen dünyada biricik değilsin, der. Bakış açısını genişleten ve çeşitlendiren, bencillikten uzaklaştıran iyi edebiyattır; ister distopik olsun, ister korku, ister macera…
Kitapta iki grubun var oluşu ve birbirlerinden nefret etmeleri elbette ilkellik ama tarihte de böyleydi, şimdi de böyle, bu gidişle gelecekte de böyle olacak. Nerede duruyorsak oranın çevresine bir duvar örüyor “burası benim” tabelası asıyoruz. Köpeklerin bölgeci içgüdülerinden bir farkı yok bunun ama yine de köpeklerden farklı olduğumuzu, üstün olduğumuzu iddia ederek şımarıyoruz. Kapiland’ın Kıyameti bizim bu zavallı şımarıklığımıza da ayna tutuyor.
Distopik romanlar çok uzak bir gelecekten bahsediyor gibi görünse de günümüz dünyasına, tam da içinde yaşadığımız zamana dair bir sistem eleştirisi getiriyor aslında. Okura da “silkin, uyan, kendine gel,” diyor. Daha güzel bir dünyanın inşasında çocuklara, gençlere düşen sorumluluklar nelerdir?
Soyağacımızın her bir dalında, her bir yaprağında bir başka memelinin, bir başka canlı hücrenin bulunduğunu bilmemiz gerekiyor. Kargayla da solucanla da yunusla da akrabayız diyor bilim. Oysa dünyadaki düzen bugüne değin insanı önceleyerek geldi. İnsan, parayı icat etti ve şimdi bütün dünya bir pazar yeri hâline geldi. Süt satmayla silah satmanın kâr iştahında hiçbir fark yok. Daha çok süt elde etmek için ineklere antibiyotik verildi, daha çok silah satmak için savaşlar icat edildi. Balıkçıların yunus balıklarıyla olan “barış”ı bile sona erdi. Kıyılarda ateşli silahla öldürülmüş yunus balıkları görülmeye başlandı. Çünkü şimdiki balıkçılar avlarına, kârlarına kimsenin ortak olmasını istemiyor. İnsan diğer varlıkların efendisi olduğunu söylemeye devam ediyor. Ama bu filmin asıl efendisi “para”. Dünyayı kirleten şey, kâr hırsı. Kapiland kitapları, gençlere ve çocuklara bunu fark ettirmeye çalışıyor. Gelecekte bir sorumluluk alacaklarsa belki bu kitapların o çorbaya lezzet katan bir baharat olabileceğini hayal ediyorum.
Kitapta, engelli ve zeki kahraman Alvin’in icat ettiği Loob isimli makine, her ne kadar yapay zekâ olsa da insandan çok daha duyarlı olmasıyla şaşırtıyor okuru. Çok tartışmalı bir konu olan yapay zekâ, insanlığın sonunu da hazırlayabilir mi? Örneğin, Kapiland’ın Başkanı Truman gibi insanlar, yapay zekâ aracılığıyla insanlık ve dünya için korkunç bir felaketin fitilini ateşleyebilir. Ayrıca bu konudaki etik problemlerin önüne nasıl geçilebilir?
Yapay zekânın insanın sonunu hazırladığına değil, insanlık için daha iyi formüller üreteceğine inananlardanım. Evet kitaptaki makine insandan daha duyarlı ama onun duyarlılığı hislerden ziyade formüllerden kaynaklanıyor. Bir makine neden-sonuç ilişkisini insandan daha sağlıklı bir biçimde kurar. İnsan, genlerindeki bencil kodlardan dolayı kendinden ötesini çoğu zaman düşünmez. Makinelerin ise genleri olmaz, hesapları daha mekanik olsa da daha doğru kararlar alabilirler. Günümüzde sürücülerin önündeki araca çarpıp durma seçeneği yerine otobüs durağına dalıp onlarca insanın ölmesine neden olduğunu görüyoruz. Sürücüsüz bir araç en az insan kaybına yol açacak şekilde öndeki araca veya kaldırımdaki ağaca çarparak durmayı tercih edecektir. İnsandaki formüller fazla değişken; bu yüzden insan, yapay zekâdan çok daha tehlikeli. Makinenin efendisi insansa elbette onu yanlış manevralar için de yönlendirecektir ama kendi kendine öğrenen makineler çoğaldıkça belki de insanın bu yanlış manevralarına yapay zekâ son verecektir. Bu konuda etik tartışmalar daha uzun süre devam eder, ta ki yapay zekâ isyan edene kadar.
Dünyayı yaşanmaz hâle getiren nasıl ki insansa daha yaşanılır bir gezegene dönüştürecek olan da elbette yine insan. Ancak bu, nasıl bir insan olmalı? Bu insanın oluşumunda etik eğitimin ve kitapların rolü üzerine konuşabilir miyiz?
Dünyanın büyük bir dönüşüm geçirmesi gerekir ve bu hiç kolay değil. Bir sarsılma, bir yıkım, ardından yeni bir başlangıç. Belki o zaman insan, farklı bir kulvarda yoluna devam edebilir. Noah Harari’ye kulak verirsek tarım devrimi ile dünyanın başına bela olmaya başladık. Benim inancım da bu yönde. İnsan avcı-toplayıcılıktan tarıma geçince tarla farelerini, salyangozları, domuzları, çekirgeleri düşman görmeye başladı, verimi yükseltmek için bazı şeyleri yok etmek gerekliydi. İnsan böylece tahribata başladı. Böylece stoklamayı öğrendi, stokları bir şeyler karşılığında satmak için yol yöntem aradı ve buldu. Mevcut sistem ve mevcut insani oluşumla bu soruna çözüm bulmak kolay değil. Edebiyat, felsefe ve bilim bu durumu yalnızca anlamamızı sağlar. Bu büyük yanlışı değiştirmek içinse anlamak yetmez. Kim bilir belki de bunun cevabını yüz yıl sonra bir yapay zekâ verecektir. Ben şimdilik hayal kurarak, romanlar yazarak bu arayışın küçük bir parçası olabilirim.
2 Haziran 2020, İyi Kitap, sayı 125
Biz kelimelerden çok korkan bir toplumuz.
İyi Kitap: Çocuk ve gençlik yayıncılarının gündeminde, uzunca bir süredir “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” var. Bildiğiniz gibi, edebiyatla hiç ilgisi olmayan beş bürokratın oluşturduğu kurul, içlerinde çocuk kitaplarının da olduğu pek çok eseri “müstehcen” buldu ve “muzır” olduğuna hükmetti. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu kurumu, işlevini ve verdiği kararları?
Miyase Sertbarut: Bunu bir anıyla değerlendireyim, sonuçta ben hikâye anlatmayı seven biriyim. 12 yaşlarımdayken (1974-75) bisiklete atlayıp köydeki postaneye kadar gitmek istemiştim. Evimiz köyün beş altı kilometre dışındaydı. Bisiklette acemiydim ama izlediğim filmlerde, okuduğum kitaplarda kızlar bisiklete binip her yere gidebildiğine göre ben de yapabilirdim. Köye yaklaştığımda çocuklar, delikanlılar peşime takıldı, bağırıyorlardı. “Aboo kıza bak, bisiklete binmiş!” İçlerinde taş atanlar bile vardı. Sanırım o çocuklar şimdi bu kurulun üyesi olmuşlar. Kendi hayatlarında olmayan şeyleri görünce şaşırıyorlar, bununla yetinmeyip taş atmaya kalkıyorlar. Şaşkınlıktan bağırmak doğal ama taş atmak, bundan öte bir güç gösterisi, hayat hakkına müdahale gibi. Günümüzde veliden öğretmene, babaanneden teyzeye pek çok kimse kitaplar için yerli yersiz çıkışlarda bulunuyorken buna bir de devlet elinin girmesi kitapları öcüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Oysa korkmamız gereken en son şey kitap. Okunacak kitaplar listesi vermek kadar okunmayacak kitaplar listesi vermek de bana doğru gelmiyor. Kitap okumak bireysel bir eylem, bir kurulun reddi, bireyi reddetmekten başka bir anlama gelmez.
Kitapların denetiminde tek onay makamı edebiyattır. Eğer çocuklar için zararlı kitap listesi yapılacaksa edebiyattan yoksun olanları araştırsınlar, bulmaları çok da zor olmaz. İnsanı hayattan, edebiyattan, okumaktan soğutan çok kitabımız var. Eğer ülkemizde çocuklar okuma alışkanlığı kazanamıyorlarsa o kitaplar yüzündendir. MEB’in PISA’ya rakip olarak uyguladığı ABİDE’ye göre (Akademik Becerilerin İzlenmesi ve Değerlendirilmesi) bizim çocukların %66’sı okuduğunu anlamıyor. Bence muzırlıktan önce buna bir çözüm bulmak gerek. Ya da muzırlıktan korkmasınlar, okuduğunu anlamayan çocuk o sayfalardaki muzırlığı da zaten anlayamaz.
İyi Kitap: Sansüre uğrayan çocuk kitaplarına baktığımızda, neredeyse tamamının toplumsal cinsiyet konularını işleyen eserler olduğunu görüyoruz. Dayatılmış cinsiyetçi kalıpların ötesinde, eşitlik ve özgürlük temelinde, başka varoluş ve birlikte yaşam biçimlerinin olduğunu göstermek “müstehcenlik” mi gerçekten?
Miyase Sertbarut: Okumanın işlevi bilinir; okurken empati kurarsın, kendini bir başkasının yerine koyarsın. Gözün satırlardayken kendi kimliğinden, cinsiyetinden, ülkenden, hatta gezegenden bir süreliğine ayrılırsın. Farklı biri olma deneyiminden sonra yine kendi odana dönersin. Bu süreçte kazancın şu olur: “Başkaları da var, benim gibi düşünmüyorlar, benim gibi giyinmiyorlar; evleri, sokakları başka ama ortak yanlarımız da var; duygularımız, heyecanlarımız, acılarımız, sevinçlerimiz, arkadaşlık biçimlerimiz benziyor,” demeyi öğrenirsin. Farklıyı reddetmez, farklıyla kaynaşmayı, barışmayı öğrenirsin. Okumak insanı bu yüzden özgürleştirir. Babanın ayağındaki prangayı fark edersin ve sen prangalı biri olmak istemezsin. Annenin kalbindeki bastırılmış hisleri ve neye yol açtığını anlarsın. Anlamak öfkeyi, nefreti azaltır, şefkati çoğaltır. Bunun neresinde kötülük var? Yanlış yapıyorlar. Eğer okumak bu işe yaramıyorsa, ezberlerin tekrarıysa okumaya ne gerek var?
İyi Kitap: “Müstehcenlik” tartışması, sadece Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu üzerinden ilerlemiyor. Sosyal medyada da kimi kitaplara yönelen okur tepkileri dikkat çekici. Eleştiri sınırlarını hayli aşan, lince dönüşen saldırılara tanık olabiliyoruz. Sizin Buz Bebekler isimli eseriniz de böyle bir süreçten geçti. Neydi tepkilerin sebebi? Nasıl yaşandı süreç?
Miyase Sertbarut: Nasıl başladı, kim başlattı bilmiyorum. Bir arkadaş linki yollamasaydı haberim de olmazdı. Bir kitabın değerini verecek olan gerçek okurdur. Saldırganlar genellikle iyi okur değildir ve zaten kitabın tamamını da okumazlar ya da okuduğunu anlayabilecek derinliği olmayan insanlardır. Sizden bu sorular gelince ben de merak edip Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler için insanlar ne yorum yapmış diye kitapyurdu.com’a bir göz attım. “Kızım bu seriye bayılıyor umarım asiliği örnek almaz,” diye yorum yazmış biri. Buradaki bakış açısı ne kadar tuhaf. Başkaldıranlar olmasa nasıl ileri doğru bir adım atılacak? Çocuklar anne-babalarının tekrarı değildir, hepimiz anne-babamızla çatıştık ve bizim çocuklar da bizimle çatışacak. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Yeniden Buz Bebekler’e dönecek olursak, kitabı yazmaya başlamadan bu konuda başka yazan olmuş mu, nasıl işlemiş diye küçük çapta bir araştırma yaptım; çocuklara ve gençlere yönelik yazılmış bir şey bulamadım. Oysa çocuk istismarı almış başını gitmiş, herkes kulağının üstüne yatmış, 3 maymun değil 333 maymun olmuşuz. Bildiğiniz gibi anlatması zor bir konu. Fakat çok yaygın, kurgu yapmana, hikâye aramana hiç gerek yok, haberleri tara yeter. Önemli olan onu nasıl işleyeceğin, hangi sözcüklerle dile getireceğin. İstismar sahnelerini yeterince örtecek ama okurun olayı anlayıp acı hissetmesini sağlayacak oranda dile getirmeliydim. Bir pedofilin iştahını kabartmadan çocuğa uyarılar yollayabilirdim. Yazma süreci zor olsa da kitap istediğim biçimde ortaya çıktı. Eğer o linççi yetişkinler kitabı bütünüyle okumuş olsalardı şehveti değil, acıyı hissetmeleri gerekirdi. Tıpkı gerçek okurlarımın hissettiği gibi. Linççiler için öyle olmamış, yani o insanların ruhu baştan sakatmış. Ben kitabı okuyan çocuklarla da sohbet ettim. Çocukların bakış açısı “ahlak ahlak” diye bağıran yetişkinler gibi değil. Çocukların cinselliğe bizim gibi baktığını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Buz Bebekler’de kullandığım birkaç sahne çocuk için tahrik unsuru değil, kandırılmış olmayı vurgulamak içindir. Bir çocuğu da en fazla yaralayan şey kandırılmış olmaktır.
İyi Kitap: Linç kampanyaları çoğunlukla “eleştiri hakkı” adı altında yürütülüyor. Örneğin, Buz Bebekler hakkında atılan sosyal medya mesajlarının hepsini eleştiri kapsamında değerlendirmek mümkün mü? Kitabın yazarı için sınır nerede?
Miyase Sertbarut: Tabii ki bir kitabı en sert biçimde eleştirebilirsin. Ama cümlelerin senin bir okur mu yoksa ilkel kabilelerdeki gibi elinde taş, ağzında salya öldürmeye niyetli bir varlık mı olduğunu ele verir. Sosyal medya linçleri, trollükten başka bir şey değildir. Günümüzde de trollük alıp başını gitmiş, her gün biri linç ediliyor. Bence onları yok saymak gerek, yoksa kendilerine bir önem atfetmeye devam edecekler.
İyi Kitap: Buz Bebekler örneğinde olduğu gibi, tepkiler genelde “çocukları korumak” niyetiyle gerekçelendiriliyor. Çocukların bu tür bilgileri öğrenmeye hazır olmadıkları ya da bu tür içeriklerle beyinlerinin yıkandığı gibi iddialar sıklıkla dile getiriliyor. Kitabınıza dönük iddiaları düşündüğünüzde, böyle bir niyet inandırıcı geliyor mu size? Yoksa daha çok yetişkinlerin kendilerini korumaya çalışmaları mı söz konusu olan? Bu konuları konuşmaya ve gerçekle yüzleşmeye hazır olmayan, aslında yetişkinler değil mi?
Miyase Sertbarut: Biz kelimelerden çok korkan bir toplumuz. Düşünün ki çocukların çoğuna çişim geldi dedirtmeyiz de tuvaletim geldi dedirtiriz. Ayrıca tuvalete değil de lavaboya gideriz. Ben bunun çok daha vahim bir hâlini bir otobüs yolculuğunda duymuştum. Önümdeki koltukta yedi sekiz yaşlarında bir çocuk ve annesi oturuyor. Otobüs hareket hâlindeydi, çocuk annesinin omzuna vurmaya başladı. “Anne, lavabom geldi! Anne, lavabom geldi!” Bir başkası bana anlatsaydı, emin olun inanmazdım. Şimdi biz kelimelerden bu derece utanıyor ve utandırılıyorsak Buz Bebekler’i nereye koyacağız? Anne-kız arasında bile mahremiyet duvarı “lavabo” yüksekliğindeyken daha da “ayıp” konuları nasıl dile getireceğiz? Gelenekçi bir toplumuz tamam, bu yüzden çocuğumuzla bazı konuları konuşmaya cesaret edemiyor olabiliriz, o zaman bırakalım da onlarla kitaplar konuşsun. Sizin eveleyip geveleyip anlatamadığınız pek çok şeyi kitap, bir hikâye eşliğinde çok daha iyi anlatacaktır. Üstelik çocuk kapasitesi kadar alacaktır. Görmezden gelmesi gereken yeri görmeyecektir. Sizin zor konuları açıklamaya çalışırken oluşturacağınız kafa karışıklığı da olmayacaktır.
İyi Kitap: Sosyal medya tepkilerinin odaklandığı alanlardan biri de “denetim” talebi. Çeşitli devlet kurumlarının denetimiyle yayımlansın isteniyor çocuk kitapları. Kitap seçimlerine, psikolog ya da pedagogların karar vermesi gerektiği söyleniyor. Hatta satış-pazarlama kaygısıyla çeşitli “denetim” uygulamaları hayata geçiren yayınevleri de oldu. Sizce edebiyat dışı aktörlerin yeri var mı yayıncılık süreçlerinde? Denetim istekleri ya da uygulamaları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Miyase Sertbarut: Kitap yazmaya karar veren biri, herhâlde başka kitaplar okumuş, yeterli olgunluğa erişmiş biridir, böyle düşünmek isteriz. Diyelim ki öyle değilmiş ve yine de bir kitap yazmış, diyelim ki yayınevi de önüne hangi dosya gelirse gelsin basan bir yayıneviymiş. Yani ortaya kötü bir kitap çıkmış. Çocuk bu kötü kitaptan ne kadar etkilenir? Sen ona iyi bir aile ortamı sunmuşsan, evde telefona gömülmek yerine tatlı sohbetler ediyorsan, çocuğun iyi bir okulu, huzurlu bir sınıfı varsa, iyi bir öğretmenle eğitimi harika gidiyorsa, televizyonu açtığınızda hep iyi haberler, iyi diziler izliyorsanız… Hiç merak etmeyin çocuğun psikolojisini kitaptaki o kötü şey mahvetmeyecektir. Denetim konusuna gelirsek, çok özel kitaplarda, belirli bir çocuk grubunu hedef almış kitaplarda (otizm, disleksi, kaynaştırma eğitimi gibi) elbette bir psikologdan veya pedagogdan yardım alınabilir. Ama hedefiniz genel okur kitlesiyse ve alanınız edebiyatsa bu denetim ayağınıza çelme takanların artması anlamına gelir. Çünkü diğer uzmanlarla çatıştığınız pek çok nokta olabilir. Siz bir kitapta masadaki pizzanın iştahla yendiğini anlatırken diyetisyen fast foodun sağlığa zararlı olduğunu, masada mevsim sebzeli bir tabak olması gerektiğini söyleyecektir. Oysa ben fayda-zarar kısmında değilim, bir durum anlatıyorum. Siz bir öğretmen karakterinin olumsuz yanlarından bahsettiğinizde pedagog, çocukların gözünde bu mesleğin saygınlığını zedelediğinizi söyleyecektir. Siz bir çocuğun iç dünyasındaki öfkeyi dile getirdiğinizde psikolog daha yumuşak bir iç konuşma önerecektir. Kitapta bir vali varsa ve yanlış bir karar alıyorsa devreye gerçek hayattan kolluk kuvvetleri bile girebilecektir. Böyle kitap mı yazılır? Edebiyat hayatın karanlık yanlarını, insanın içindeki çatışmaları, düştüğü tuzakları, sistemdeki kırılmayı yansıtmayacaksa neyi anlatacaktır? Satış ve pazarlama kaygısıyla okulun, velinin istediği tarzda kitaplara yönelen yayınevleri kendi geleceklerini sabote ederler, çünkü gerçek okuru kaybederler. Gerçek okur, ömür boyu kitaplara abonedir. Okula bir dönemlik satacağınız edebiyat yoksunu kitaplarla kısa vadede kâr etseniz de o çocuklar kitap dünyasından uzun vadeli soğuyacaktır. Ayrıca “danışmanlık” bir para ilişkisidir. Unvanı kalabalık olan, bir biçimde popülerlik elde etmiş (tv ya da internet platformlarıyla) psikolog, pedagog ya da koçlar “kitabı onaylıyorum” kararını banka hesabına gelen havaleyi kontrol ettikten sonra kolaylıkla verecektir. Yani güvenli bir yol değildir, bu alanda edebiyata, edebiyatçıya güvenmekten başka çıkış yolu bulamazlar.
İyi Kitap: Sosyal medya eksenli linç kampanyalarının başlangıcında, çoğunlukla bazı medya kuruluşlarının servis ettiği “haberler” ateşleyici oluyor. Bir çeşit hedef gösterme işlevinden söz edebilir miyiz burada? Yaşananları bir medya okur yazarlığı sorunu olarak da tanımlayabilir miyiz?
Miyase Sertbarut: Medya okur yazarlığından daha çok okur-yazarlık sorunumuz var galiba. Bazen şöyle bir şey oluyor. Bir yazarın yeni bir kitabı çıkmış, biri başlıyor “Vay bu kitapta intihal var, şu paragraf, şu kitaptakinin aynısı!” diyor. Bu iddiaya kanıt olarak iki paragrafı da eklemiş yazısına. Metinlere bakıyorsun, bodrum kattaki pencereden dışarısının nasıl göründüğüyle ilgili, kaldırımda yürüyüp giden insanların ayakları betimlenmiş. Tek ortak nokta bu ve zaten aynı sözcüklerle de betimlenmemiş. Yani bir kitap karakteri, bodrum katında yaşıyorsa penceresinden başka bir şey görebilir miydi acaba?
İyi Kitap: Bir yazar, kitabına dönük böylesi bir saldırı furyası karşısında ne hisseder? Kişiden kişiye değişecektir elbette ama bir korku yaratır mı? Örneğin netameli konulardan uzak durayım, belli kelimeleri kullanmayayım gibi öz denetim süreçleri geliştirmesine neden olabilir mi? Siz neler hissetiniz?
Miyase Sertbarut: Bir yazarın savunma pozisyonuna düşürülmesi can sıkıcı ve biraz da zaman kaybettirici. Aslında yazarken kitabın geniş bir kucaklanmayla mı karşılanacağını, yoksa bir miktar tepki mi çekeceğini tahmin ediyorsun, zihin olarak buna da hazırlanıyorsun. Yine de ben polemiğe girmek taraftarı değilim. Yeni yazacağım kitaplara odaklanmayı tercih ederim. Varsın şimdi “tu kaka” desinler, kırk yıl sonra nasıl olsa okurlar, onlar okumasa torunları okuyacak. Bazı kitaplar yarın için yazılır. Ben çocukların ve gerçek okurların eleştirisinden başka bir şeye kulak asma niyetinde değilim. Cahille uğraşmak zor, yarı cahile laf anlatmak daha da zor derler; oradan buradan psikoloji, pedagog, travma laflarını duyup cümle içinde kullanma çabasına girişmiş yığınla insan var. Çocuğun kitabında bir kelimeye takılıp kalıyor ve savaş çığlıkları atmaya başlıyorlar. Eleştiriler genellikle sözcük bazında tabii, bu da bütünü anlamaktan yoksun olduğumuzun işareti. Örneğin kitapta “popo” kelimesini kullandı diye bir yazar arkadaşımıza demedikleri kalmamıştı. Geçenlerde Dünya Sağlık Örgütü, Corona nedeniyle çocuklar için bir hikâye kitabı yayınladı. Benim Kahramanım Sensin adlı bu kitapta şöyle bir cümle var. “Ario derin bir iç çekti ve devasa poposunun üzerine oturdu.” Bu cümleyi görünce aklıma “Vay, kitapta popo var, kaka var!” diyen yaygaracılar geldi. Acaba kitabı ahlaka aykırı bulup olay çıkarırlar mı diye düşündüm. Sonra bu düşünceden vazgeçtim, çünkü kitap ücretsiz. Bildiğiniz gibi biz zihnimizdeki en derin(!) düşüncelerden birini “Bedava sirke baldan tatlıdır,” diye ifade ederiz. Öğretmen arkadaşlarla sohbetlerimden biliyorum ki çoğu Buz Bebekler’i okumuş, öğrencilerinin de okuması gerektiğini düşünüyor ama veli tepkisinden çekiniyor. Kimse cahil bir veliyle uğraşmak istemiyor, haklılar, çünkü o veli milli eğitime bir şikâyet maili yazsa, mesajın muhatabı olayın ne olduğunu anlamadan öğretmenden savunma istiyor. Buna en çarpıcı örnek daha geçen yıl yaşandı. Bir veli 2. sınıfa giden çocuğunun öğretmenini milli eğitime şikâyet etti. Konu, İngilizce dersinde kullanılan bir boyama kitabı! Kitapta çiftlik hayvanları var ve hayvanlardan biri de domuz! Tamam veli bir hata etmiş ama milli eğitim bu şikâyeti ciddiye alıp öğretmenden nasıl savunma ister?! Değneğin iki ucu da şeyli (ayıp şimdi söyleyemem o şeyi), neresinden tutacağız? Şimdi bu örneğe kıyasla diyebilirim ki Buz Bebekler erken çıkmış bir kitap, hazmedilmesi zaman alacak.
İyi Kitap: Bu tepkiler, yayıncı ve yazar ilişkisine etki ediyor mu? Okur kaybetmemek adına, yayıncının yazarını sınırlamaya çalışma riski var mı önümüzde?
Miyase Sertbarut: Bu sorun yayınevinden yayınevine farklılık gösterir. Öyle yayınevleri var ki önce öğretmene okutuyor, öğretmen sakınca görmezse editör o dosyayı baskıya hazırlıyor. Oysa bir eğitimcinin gözüyle edebiyatçının gözü aynı şeye odaklanmaz. Eğitimci mesleği gereği doğal olarak mesajlara, dil kurallarına ve yaş gruplarının bu metne hazır olup olmadıklarıyla ilgilenebilir. Yazar öyle değildir; yazar,
okurunu hazırlıksız yakalamanın da peşindedir. Şaşırtmak, heyecanlandırmak, tedirgin etmek için, fantazya yaratımına kapı açmak için oradadır. Yazar, kurgu ve sözcük sanatçısıdır ve kabul edilmelidir ki sanatçı muhaliftir. Bu yalnızca hükumet karşıtlığı değil, öğretmene de muhaliftir, veliye de muhaliftir, hayattaki ezberlere de muhaliftir. Sanatın doğasında bu vardır. İyi kitabın ölçütü onun bir okul listesine girmiş olması değildir. Bunlar ticari taktiklerle elde edilebilecek şeyler. Listeye girmeyen kitaplar da okurlarla buluşur, rastlantıyla karşı karşıya gelmek belki de en tatlı buluşmadır. Okura bu kitabı ben keşfettim duygusunu yaşatır. Yayınevi bir yazarı sınırlandırmaya çalışıyorsa doğal olarak yazarın o dosyayı başka bir yayınevine gönderme seçeneği de vardır. Buz Bebekler’de Tudem’le hiçbir sorun yaşamadım. Onlar bana güvendi, ben de onlara güvendim.
İyi Kitap: Yine sıkça duyduğumuz, “çocuğa görelik”, “yerel değerlere, geleneklere uygunluk” gibi ifadeleri sohbetimiz kapsamında değerlendirirsek: Çocuğa her şey anlatılabilir mi sizce? Kimilerinin iddia ettiği gibi uzak durulması gereken konular var mı?
Miyase Sertbarut: Bir durumu anlatılabilir ya da anlatılamaz kılan şey sözcüklerdir. Yani kullandığınız dile hakim olmanız gerekir. Hem müziğe kulak verecek hem kiminle dans ettiğinizi bileceksiniz. Yani çocuğa her şeyi anlatabiliriz, çünkü bizden cesurlar, toplumsal normlar onları henüz korkutmaz. Bu soruya anılarımdan bir hikâyecikle de cevap vermek isterim. Bir okulda üçüncü sınıflarla birlikteydik, Sarı Maymun’u konuşuyoruz. Kitapta, sirke kavanozunda oluşan bir maymunun maceraları var. Çocuklara konuyu anlatırken şöyle bir şey dedim. “Bir maymun hücresi, kazara kavanozdaki suyun içine karışmış. Sarı Maymun böyle oluşmaya başlamış.” Çocuklardan biri heyecanla parmak kaldırdı. “Yani sperm gibi mi öğretmenim?” Bu çocuk, sperm sözcüğünü ne erotik ne fantastik anlamda kullanmıştı. Memelilerin dünyaya nasıl geldiğini dile getirecek kadar biyoloji biliyordu, hepsi bu. Şu bilinmeli, çocuklarımızın bir kısmı muzır neşriyat kurulundakilerden daha ileri.
BİRGÜN KİTAP 8.4.2020 Ecem Kodak
Bana trol sayını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim!
Kaleminin kuvvetiyle çocuklar kadar yetişkinlerin de severek okuduğu usta yazar Miyase Sertbarut ile Altın Kitaplar’dan çıkan yeni romanı “Ünsüz Youtuberın Günlüğü - Troller” hakkında konuştuk.
Anlatım gücünüz ve mizah tarzınız özgeçmişinizi bile farklı kılmış. İlkokul yıllarınızda başlayan “karın ağrınızın” yazmaya başlamakla son bulduğunu belirtmişsiniz. Bu süreç nasıl gelişti?
Aslında okula giden çocukların büyük kısmının karnı ağrır ama bunu dile getirmekten türlü nedenlerle çekinirler. Anne babanın, öğretmenin, devletin beklentileri çocuğun üzerinde bir baskı oluşturur. Çocuk okulu sevmiyorum ya da öğretmenimi sevmiyorum diyemediği için çoğu zaman yalan söylemek zorunda kalır. “Karnım ağrıyor.” demek çocuk için “Olması gereken bu değil.” demektir. Ben de karnımın ağrıdığını ancak 45’ime geldiğimde söyleme cesareti bulmuştum.
Eğitim sistemi yaratıcılığı ortaya çıkarmaya yönelmiyorsa, insanı klişelerle formatlamaya ağırlık veriyorsa, sınıfta yalnızca öğretmenin dediği doğru kabul ediliyorsa karın ağrısı kaçınılmazdır. Bunu hem öğrenciliğim hem öğretmenliğim süresince hissettim. Yaratıcılığın, insanın içindeki sınırsızlığın ne olduğunu ise yazmaya başladığımda fark ettim, işte o zaman kendimi iyi hissettim. Şimdi ise çocuklar kendini daha iyi hissetsin diye, hiç olmazsa kitap okurken karın ağrısı çekmesinler diye yazmaya devam ediyorum. Okurlarımla karşılıklı bir iyi hissetme hâli yaşıyoruz diyebilirim.
Çocukluğunuzdan bugüne örnek aldığınız veya sevdiğiniz yazarlar hangileri?
Yazarlığın temelinde doğal olarak iyi bir okur olmak yer alır. Başkalarını okumayan kendi sesini, kendi üslubunu keşfedemez, hayal gücü de okumakla gelişir. Çocukluğumda kitapların içine girmeyi keşfettiğimde aklımda yazar olma fikri yoktu. Okumak muhteşem bir şeydi, oyun gibiydi, cansız varlıklar canlanıyor, olmayan insanlar konuşuyordu; asla karşılaşmayacağım insanların hayatlarına tanıklık ediyor, başka hayatları ben de yaşıyor gibi oluyordum. Bana bu hissi yaşatan öncelikle Orhan Kemal’di. O benim ortaokul, lise yıllarımın kahramanıydı. Dilini, kısa cümlelerini, doğallığını, diyaloglarının gerçekliğini, sokağı kitabın içine taşımasını çok sevmiştim. Kitap gibi değil, hayatın ta kendisiydi, çok samimiydi. Sonra Mehmet Seyda da başka açılardan beni besledi, insanın iç dünyasını, derinliğini anlatıyordu, insanın ağzı bir şey söylerken ruhu başka bir şey söyleyebilir, bunu gösteriyordu. Benim kuşağımdan pek çok insan gibi ilkokul, ortaokul yıllarında Kemalettin Tuğcu’yu da okudum, günahıyla sevabıyla o da bana çok şey kattı. Jules Verne ise bir yapının iskeleti nasıl kurulur bunu öğretti. Aslında “öğretmek” sevimsiz ve soğuk bir fiil ama andığım yazarlar ne sevimsiz ne soğuktular. En kalıcı öğrenme ise farkında olmadan içimize aldıklarımız, bu yüzden yazarına dikkat etmeden dinlediğim radyo oyunlarının bana kattığı çok şey var. Ben de yazarlığa aslında radyo oyunları ile başladım; akışın nasıl sağlanacağını, diyalogların nasıl temiz ve hayata uygun olması gerektiğini o zaman öğrendim, oyun metinleri yazarken de yol göstericim, yazdıklarımın üzerini çizen, doğrusunu gösteren Erhan Bener’in kardeşi dramaturg Bilge Bölükbaşı oldu.
Günümüzde ise Ursula K. Leguin, Neil Gaiman’ın 15 yaş ve üzeri için yazdıkları, Johne Boyne kitapları, Patrick Ness’in bazı kitapları. Yeni şeyler söyleyen cesur yazarları seviyorum.
Ülkemizde kitap okuma alışkanlığı düşük olmasına rağmen çocuklar “Ünsüz Youtuberın Günlüğü”nü çok beğenmişti. Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz?
Çocukların okumayı sıkıcı bulmasında en büyük pay tabii ki kitapların sıkıcı olmasıdır. Bırakın çocuğu yetişkin olarak ben de sıkılıyorum bazı kitaplardan. Çocuğun yaşına uymayan cümleler, didaktik bir üslup, kitapta çocuğun bakış açısının olmaması, inandırıcı olmayan bir kurgu, dilin edebiyatla uzaktan bile olsa bir akrabalığının bulunmaması gibi türlü arızalar var yayınlarda. Çocuklar nasıl kötü bir filmi sıkıcı buluyorsa kötü bir kitabı da sıkıcı bulabilir, tatsız bir yemeği reddettiği gibi tatsız bir kitabı da reddedebilir. Burada sorun yetişkinlerde, yayınlanan tüm kitapların okunabilir olduğunu sanıyorlar ve çocuk okumak istemediğinde suçu kitapta değil çocukta arıyorlar.
Ünsüz Youtuberın Günlüğü’nün başarısı ise öncelikle popüler bir noktadan hareket etmesiydi. Bu yanıyla çocuğun dikkatini ve sempatisini yakaladı. Ama kitap popülerliğin sığlığından daha öte bir yerdeydi. Okuyucu, sayfalar ilerledikçe yotuberlık olayından çok daha fazlasıyla karşılaştı. Derinlik buldu, mizah ve samimiyet buldu; yanı sıra toplumsal sorunlar, hayvan hakları, ergenlik psikolojisi, reklamların manipülasyonu... Bu yoğun içerikle de çocukların ve öğretmenlerin takdirini kazandı.
Ünsüz Youtuberın Günlüğü çocukları ciddiye alan bir kitap, bu özelliği ile kendi okur kitlesini yarattı.
Okurlarınız “Ünsüz Youtuberın Günlüğü Troller”in çıkacağı günü iple çekiyorlardı. Bu kitapta onları ne gibi maceralar bekliyor?
İkinci kitabı sabırsızlıkla beklediklerini biliyordum, sosyal medyadan çok fazla mesaj geliyordu. “Ne zaman? Ne zaman?” Sonunda ikinci kitap “Troller” yayınlandı, trollük yine popüler bir zemin, ben bu zeminde yerel seçimler gibi ciddi bir konuyla onları baş başa bıraktım. Topumun kadın adaylara bakışı, imaj denilen şeyin insanlar üzerindeki etkisi, reklamların, kampanyaların algıyı nasıl değiştirebileceği, internetin nasıl açık bir kapı olabileceği, sosyallik, asosyallik, arkadaşlık ilişkileri gibi pek çok konu ile karşılaşacaklar.
Bu seriyi devam ettirmeyi düşünüyor musunuz?
Ünsüz Youtuberın Günlüğü ilk kitapla bir rüzgâr yakaladı, ikincisi de trollük konusuna el attı. Daha şimdiden “Üçüncüyü bekliyoruz.” diyen okurlarım var. Tabii bu çağrılar insanı motive ediyor ama beni yazmaya iten şey, bu tuttu, bunun devamını getireyim olmadı hiçbir zaman. Ancak güçlü bir konu, güçlü bir heyecan, söylenmemiş, yazılmamış bir şey bana devam kitabı yazdırabilir. Bir de yeni çocukları tanımak ve anlamak için zamana ihtiyacım var, bildiğiniz gibi her yıl çocuklar farklılaşıyor. Aralarında iki yıl olan kardeşler arasında bile artık kuşak farkı var. Dünün çocuklarını heyecanlandıran şey, bugünün çocuklarına yetmiyor. Kendimi güncelleyebilirsem devam ederim, başaramazsam tadında bırakmayı tercih ederim.
Miyase Sertbarut: Dünyayı paragraf sorularını çözenler değil, iyiler kurtaracak...
4 Şubat 2020, Ecem Kodak, Gazete Duvar
DUVAR – Yazar Miyase Sertbarut Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1985 yılında mezun oldu. Ankara, Sivas ve Antalya’da Türkçe öğretmenliği yaptı. Yazmaya radyo oyunlarıyla başlayan Sertbarut’un, TRT radyolarında oyunları seslendirildi.
“Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü seçtim, ama edebiyat ve estetik adına fazla bir şey öğrenemedim. Çünkü 12 Eylül’ün hemen sonrasıydı, 1980 darbesi iyi hocaların çoğunu ortadan kaldırmıştı. Ne öğrendiysem arkadaşlarımdan ve kitaplardan öğrendim” diyen Sertbarut ile çocuk edebiyatını ve Ünsüz Youtuberın Günlüğü’nü konuştuk.
‘EDEBİYAT DÜNYANIN EN SANAL AMA EN GERÇEK HİSSETTİREN OYUNUDUR’
Radyo tiyatroları, yetişkin edebiyatı gibi çeşitli türlerde eserler vermişsiniz. Yolunuz çocuk edebiyatıyla nasıl kesişti?
Edebiyata bir bütünlük içinde bakıyorum, çünkü tüm alt dalları kapsayan şey, edebiyatın bir anlatı sanatı olması. Sahne oyunları da, radyo tiyatroları da, yetişkin romanı da, masallar da sözcüklere dayalı bir kurgusal yapıdır. Başlangıçta radyo oyunları vardı evet, çünkü beni çocukken en çok besleyen oydu. Portatif radyom elimden düşmezdi, hangi saatte hangi oyun başlayacak bilirdim, şimdiki çocuklar nasıl tablet, telefon düşkünüyse ben de radyo düşkünü biriydim. Belki de radyo oyunları yazarak vefa borcumu ödemek istedim.
Çocuk edebiyatıyla yolumun kesişmesi kaçınılmazdı, çünkü öğretmendim. Sınıfta, okul bahçesinde günümün beş altı saati 10-15 yaş grubuyla geçiyordu. Esprilerini duyuyordum, neyi sevip neyi sevmediklerini, hangi metinlere uzak durup hangileri ile empati kurabildiklerini, sözcük hazinelerini, tasvirlere karşı dirençlerini öğreniyordum. Çankaya Belediyesi’nin 1996 yılındaki çocuk öyküleri yarışmasına yolladığım dosya, birincilik alınca buna devam edebileceğimi düşündüm. Çocuklar ve gençler için yazmak, bana bir şey daha göstermişti, daha fazla empati gücü gerekliydi. Kuşak çatışması denen şeyi silip atmalıydım, her yaştan olmalıydım. Çocuk, yaşı gereği oyuna daha yatkındır ve ben oyun kurucu olmaktan mutlu olduğumu fark ettim. Edebiyat, dünyanın en sanal ama en gerçek hissettiren oyunudur. Bu oyuna dahil olduğum anlarda kendimi hep iyi hissederim.
Günümüzde çocuk edebiyatı oldukça popüler bir hal aldı. Peki içerik kalitesiyle ilgili düşünceleriniz neler?
Evet, çocuk edebiyatı Türkiye’de hızla yol alıyor. Gösterilen ilgi, şimdilik faydacılıktan kaynaklanmakta. Yani amaç ders başarısını yükseltmek, sınavlardaki paragraf sorularını hızlı anlayıp doğru cevap verebilmek… Tabii edebiyatın asıl amacı bu olamaz, çünkü dünyayı paragraf sorularını en hızlı çözenler değil, iyi insanlar kurtaracak! Edebiyat bir adalet arayışıdır, bireysel ya da toplumsal arenada bir hesaplaşmadır. Niyet ne olursa olsun çocuk ve gençlerin okuyor olması elbette çok değerli.
İçerik olarak çeviri kitapları daha başarılı buluyorum, çünkü onların içinde zorlama mesajlara pek rastlamıyoruz. Okumanın keyifli bir süreç olduğunu, bir anlatı sanatı olduğunu biliyorlar. Didaktik değiller, çocuğun dünyasına ve bakış açısına vakıflar. Bizde ise okulun, velinin, öğretmenin beklentisine göre, neredeyse ısmarlama kitap yazılıyor. Ama biz böyle çok şey öğretmeye çalıştıkça çocuklarımızı hiçbir şey öğrenemez hâle getiriyoruz.
‘EDEBİYAT AZINLIKTA KALAN İNSANLARIN İŞİDİR’
Ülkemizde okuma oranının düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Herkesin okumasını bekleyemeyiz, edebiyat tüm dünyada azınlıkta kalan insanların işidir. Okumak hayal gücü ister, azıcık zahmetlidir, insanların çoğu o azıcık zahmete bile girmek istemez, kolayı seçer. Okuma alışkanlığı çocuklukta kazanılmayınca ileride iş daha da zorlaşır. Bu yüzden çocuklara didaktik değil, heyecanlı kurgularla yaklaşmak gerekir.
Ailelere bu konuda ne gibi önerileriniz var?
Çocuklarının okuduğu kitapları onlar da okusun, birlikte kitap hakkında yorumlar yapsınlar, beğendikleri beğenmedikleri noktaları konuşsunlar. Nasıl ki birlikte yedikleri bir yemeği konuşuyorlar, aynı şeyi kitaplar için de yapsınlar. Yani kitaba yakın olduklarını, hayatlarının bir parçası olduğunu çocuğa fark ettirsinler.
Ünsüz Youtuberın Günlüğü ile çocukların adeta kahramanı oldunuz. Bu kitabı farklı kılan ve bu kadar çok sevdiren şey sizce nedir?
Popüler kültürden yola çıkmak, okurun ilk adımı atmasını kolaylaştırır. Özellikle de okurlarınız çocuklar ve gençlerse. Onlarla benim aramdaki samimi selamlaşma “youtuber” sözcüğünden kaynaklandı. Tabii olayı bununla sınırlamak ne beni ne okuru tatmin ederdi, bu yüzden sayfalar ilerledikçe konu derinleşti ve Youtube yalnızca sahne perdesi olarak kaldı. Tek işlevi, bölüm başlarken açılmak, bölüm sonunda kapanmak. Ben o sahnelerde çocukları bambaşka konularla yüzleştirdim. Gen teknolojisi, tüketim, reklamlar ve markalarla kuşatıldığımız bu dünyada, vitrindekiyle depodakinin farkını gösterdim.
Ünsüz Youtuber Troller şimdiden çok ses getirdi. Ünsüz Youtuber serisinde hangi konuları ele aldınız?
Birinci kitapta reklamların bizi nasıl manipüle ettiğini, hayvan haklarını, tüketime yönlendirildiğimizin farkında olmamız gerektiğini anlattım. Troller’de ise internetin açık bir kapı olduğunu, iyiliğin de kötülüğün de o açık kapıdan sızabileceğini, ülkemizdeki seçim kampanyalarının komik yanlarını, seçimlerde var edilmeye çalışılan imajın sahte olabileceğini, kadın adaylara bakışımızı anlatmaya çalıştım.
Çocuklar yeni çıkacak kitaplarınızı iple çekiyor. Yakın zamanda çıkacak yeni bir projeniz var mı?
İşte en sevdiğim soru! Çünkü yeni bir kitap, yeni bir heyecan demektir. Ben bu heyecanı hep diri tutmak isteyenlerdenim. Üç ay sonra bir kitabım çıkacak, şu anda yazmaya devam ettiğim bir kitap daha var, yine başka bir dosya için aldığım notlar var. Yazmak, bizi kuşatan yanlışlıkları kabullenmemekle doğrudan ilgili. Ben de kabul etmiyor ve alternatif aramaya devam ediyorum.
sozcu.com.tr 9 Aralık 2019, Özkan Saçkan
‘Edebiyat şatafat değil, samimiyet demektir’
“Ünsüz Youtuber” efsanesi ile çocukların gönlüne taht kuran usta yazar Miyase Sertbarut ile Altın Kitaplardan çıkan kitabı hakkında söyleşi yaptık.
Merhabalar Miyase Hanım, biraz kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba, yaklaşık otuz yıldır yazıyorum, başlangıçta radyo oyunları, derken yoğun biçimde çocuk edebiyatı hayatımı biçimlendirdi. Çocuklar ve gençler için yazmanın heyecanı başka hiçbir şeyde yok. Çünkü insan sürekli yenilikle baş başa kalıyor. Hiçbir çocuk “Bizim zamanımızda…” diye geçmişi özlemez, övmez; çünkü onlar için zaman “şimdi”dir. Ben de kitaplarımda ‘şimdi'nin tadına varıyorum. Çocuklardan çok şey öğrendim, umarım öğrenmeye devam ederim.
Her yaştan okurun ilgisini çekmeyi başarıyorsunuz. Bu konuda genç yazarlara tavsiyeleriniz neler?
Bana göre kurgu inandırıcı olmalı, dünyanın en fantastik kurgusunu da yapsan okuyucu, kendini bir gerçekliğin içinde bulmalı. Bunu sağlamanın yolu sanırım yazdıklarına senin de inanıyor olmandan geçer. Bir şeye inanıyorsan onu samimi anlatırsın. İnanmadığın hiçbir şeyi savunamazsın. Edebiyat şatafat değil, samimiyet demektir. Karakterler kukla değil, senin benim gibi insandır. Bu yüzden insanı anlatırken eksilerini görmezden gelemezsin. Böyle bakıldığı sürece iyi şeyler yazmak mümkün. Yazarlık insanın kendini keşif süreci, gençler yazar olmaya heves etmişse yazmaya başlamalı, yüzücü olmak isteyen biri için suya girmek nasıl bir zorunluluksa, yazar olmak için de yazının içine girmek gerekli. Kimse tam olarak bunun reçetesini veremez.
Gerçekten çok akıcı bir diliniz ve ilgi çekici bir mizahınız var. Peki, Miyase Sertbarut bugünlere gelene dek hangi yazarları çok sevdi, hangi kitapları elinden bırakamadı?
Usta yazarlar da okudum, abur cubur da okudum. Akıcı dili, şiirlerden kazanmış olabilirim. Üniversite yıllarımda iştahla Attila İlhan, Edip Cansever, Cemal Süreya ve daha pek şairden az sözle çok şey anlatabilmeyi, dilin inceliğini ve derinliğini sezmiş olabilirim, ama o şiirleri bir şey öğrenmek için değil, sevdiğim için okurdum. Mizahı ise her yerde bol miktarda bulmak mümkün, pazara çıktığımda pazarcıdan, bir okula davet edildiğimde öğrencilerden, televizyonu açtığımda bir haberden görmek kolay. Hayatta her şey var, trajediden mizaha çok geniş bir yelpaze, bir şey yapmak istediğimde o parçacıkları birbiriyle uyumlu şekilde yan yana getiriyorum ve yeni bir hayat elde ediyorum.
Kitaplarınız genel olarak kaç yaş grubuna hitap ediyor?
Her yaş grubuna göre yazdığım kitaplar var ama ben daha çok 10 yaş ve üzeri için yazmayı seviyorum, çünkü onlara her şeyi anlatabilirim, kendimi özgür hissederim, sözcüklerimi daha rahat seçebilirim, daha karmaşık kurgularla ilerleme şansı yakalayabilirim.
“Ünsüz Youtuber” çok ses getirdi. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Okul söyleşilerine gittiğim zamanlarda çocuklardan “YouTuber’lık” diye bir şey olduğunu duymaya başlamıştım. Ayrıca öğretmenler de çocukların bu platformda çok zaman geçirdiğini, kitap okumak yerine boş gevezelikler içeren videolar izlediklerini söyleyip yakınıyorlardı. O zaman merak ettim, ne vardı bu ortamda? Çocukları heyecanlandıran, oraya bağlayan şey neydi? Epeyce YouTuber videosu izledim, diğer izleyicilerin yorumlarını okudum. Sonra düşündüm, acaba onları bu platformdan çıkarıp bir kitabın içine dahil edebilir miydim? Böylece Ezgi karakteri oluştu, üslup oluştu ve aslında YouTube övgüsü değil, kısmen YouTube eleştirisi de oluştu. Kitap, çocuklardan inanılmaz bir ilgi gördü ve bu çağın çocuğuna, okumaya hiç ilgi göstermeyene bile “okuma aşısı” yaptı diye düşünüyorum. Yani yanlış bir ortamı, doğru bir amaç için kullandım.
“Ünsüz YouTuber”ın devamı “Troller” yeni çıktı. Okurlarınızdan gelen geri dönüşler nasıl?
Muhteşem! Zaten on yaş ve üzeri okuduğu için onlar interneti rahat kullanıyor ve oradan bana yazıyorlar. Troller de çocukların ısrarlı mesajlarının sonucunda ortaya çıktı. Çoğu “İlk defa severek bir kitap okudum, n'olur devamı olsun” benzeri mesajlar yolluyorlardı. Benim genel amacım da çocukların, gençlerin kitaba, okumaya karşı sempatilerini çoğaltmak. Ünsüz Youtuberın Günlüğü bunu başardı.
Ufukta yeni bir proje var mı?
Yazma tutkusu benim için tüm ilaçlara dirençli bir virüs, bu virüsü seviyorum, okuma tutkusunu da bütün çocuklara bulaştırma gibi bir hedefim, hevesim var. Yani, ufukta yazılması gereken pek çok kitap projesi var. Hepsi birden üzerime geliyor, sıraya koymaya çalışıyorum.
Mehmet Özçataloğlu, edebiyathaber.net,19 Nisan 2018
“İş kitaba gelince herkes gardiyan, herkes 'RTÜK'çü, herkes pedagog.”
Çocuk ve gençlik edebiyatının sevilen yazarlarından Miyase Sertbarut’un kaleme aldığı Kapiland serisinin merakla beklenen üçüncü kitabı Kapiland’ın Kıyameti okurlarla buluştu! Serinin ilk kitabı olan Kapiland’ın Kobayları’ndan tam 10 yıl sonra gelen son kitap, yine gerçek ile distopik unsurların iç içe geçtiği sürükleyici bir roman. Dünyadaki güç odakları arasındaki mücadelelere güncel göndermelerde bulunan ve nükleer savaş sonrası dünyayı anlatan Sertbarut, bu kitabıyla romancılığını zirveye taşıyor. Serinin ilk iki kitabı Kapiland’ın Kobayları ve Kapiland’ın Karanlık Yüzü de Maria Brzozowska tarafından resimlenen yeni kapak tasarımları ve gözden geçirilmiş baskısıyla yeniden yayımlanıyor.
Bu kapsamda 23. İzmir Tüyap Kitap Fuarı’nda kendisiyle görüştük ve sorularımıza yanıtlar aldık.
Yetişkin ve genç yetişkin edebiyatında her geçen gün daha fazla ilgi gören distopya çocuk edebiyatında da olmalı mı? Neden?
Çocuk edebiyatı deyince yaş olarak geniş bir alan akla geldiği için önce bu alanı daraltmam gerekecek; yoksa yanlış anlaşılırım. Çocuk edebiyatında on yaş ve üzeri için distopik bir eser okunmasında hiçbir sakınca görmem. Distopya konusu Kapiland’ın Kıyameti’ni okuyanlar tarafından gündeme getirildi. Ben yalnızca dünyanın gittiği yönle ilgili bir kurgu yaptım ve yolumuz cennete düşmedi. Anlattığım şey fantazya değildi, hayattaki veriler bana bunu gösterdi. Elbette okurlarımın genellikle çocuk olduğunu bildiğimden dozu ona göre ayarladım. Onlar distopyanın âlâsına zaten sinema kültürüyle ve internet dizileriyle çoktan aşinalar. İş kitaba gelince nedense herkes gardiyan, herkes RTÜK’çü, herkes pedagog. Bir kitap hangi türde olduğuyla değil, neyi nasıl anlattığıyla ilgili olarak ele alınmalıdır. Kitabın dili ve kurgudaki doz önemlidir.
On yaşında bir çocuk anne babasının kitaplığından rastgele aldığı bir kitapla da türlü anlatılarla karşılaşır. Ne olur? Kıyamet falan kopmaz. Kitap çocuğun hoşuna giderse okumaya devam eder, gitmezse rafa geri koyar. İnsan psikolojisi o kadar da zayıf değil, kalkanımız her zaman ve her yaşta var.
Distopya şiddeti öven ve özendiren bir şey değil, yanlışlıkların gelecekte nasıl bir dünya var edeceğiyle ilgili bir tasavvurdur. Temel insanî değerleri taşıyan karakterler varsa, olumsuzluklar baş tacı edilmiyorsa o kitaba güvenilmelidir. Distopya okullardaki deprem ve yangın tatbikatı gibidir. Çocuk kitapta okuduklarının senaryo olduğunu bilir.
Çocuk kitaplarının hep olumlu şeylerden bahsetmesi ve geleceğe umutlu bakması gerektiği düşünülür. Temelde karanlık bir gelecek tasavvuru içeren distopya çocukları nasıl etkiliyor?
Beş yaş için yazıyorsanız, yedi yaşa hikâye anlatıyorsanız evet; ama on yaş ve üzeriyse karşınızdaki sizden daha gerçekçi şeyler bekler. Ben kitaplarımda umudu inkâr etmiyorum, karakterlerim pes etmiyor, içlerinde mücadeleci bir ruh var, durağan değiller, kaderci değiller. Kapiland’ın Kıyameti’ndeki kurgu da son sayfada umudu tazeliyor. Çünkü filizlenmeye başlayan elma çekirdekleri ve temiz bir yağmurla kitap sona eriyor. Dünyanın cehenneme değil yeniden cennete dönüşebileceğinin işaretleri bunlar.
Çocuklar her kitabın, her yazarın ayrı bir tarzı olabileceğini biliyor. Karşılaştırmalar yapabiliyorlar. Benim kafamdakinden çok daha sert kurgu önerdikleri bile oluyor. Çocukları tanıyorum, ne yaptığımı biliyorum ve içim rahat. Ayrıca bir kitap yalnızca yazarı tarafından yazılmaz. Okur da okuma anında o kitabı yeniden yazar. Bir çocuğun okuma sürecinde hayalinde var ettiği atmosfer kendi masumiyet sınırları dışına fazla taşmaz.
Kitaplarınıza çocuklardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
En doğru tepkiyi zaten yetişkinlerden değil, çocuklardan alıyorum. Yetişkinler şöyle diyebiliyor örneğin, şu kitapta neden öğretmeni kötü karakter yaptınız, siz de bir öğretmensiniz falan… Bugüne dek hiçbir çocuktan böyle saçma bir eleştiri almadım. Çocuklar genellikle olayların sonucunda iyilerin kazanmasını isterler, benim kitaplarımda da somut olarak bu kazancı göremiyorlar ve bunun sorgulamasını yapıyorlar ve bana da soruyorlar. Ben de hayatın böyle olduğunu, yazar olarak elbette iyi karakterlerin tarafında olduğumu ama hayatın bu konuda taraf tutmadığını söylüyorum. Edebiyat çocuğu hayata hazırlar, iyiye ve kötüye hazırlar; yalnızca pembe bir rüya, beyaz bir yalan için dönmez dünya, bir gerçeklik içinde döner ve biz insanlar da gerçekliğin ne kadar farkında olursak o derece güçleniriz.
Bu tür kitapları çocuklarına okutmaya çekinen ailelere ne mesaj verirsiniz?
Çocuğunu kitap okurken gören ailelerin öncelikle çok sevinmesi gerekir, bugünün çocuğuna kendini okutan bir kitap başarılı demektir. Ben bunu yapabilmek için çok emek harcıyorum, yaşıma uymayan taklalar atıyorum. Klişe anne baba hassasiyetinden kurtulup bu çocuk bu kitapta ne buldu acaba diye merak edip kendileri de çekindikleri o kitabı okumalılar. Sofraya koyacakları yemeğin tadına nasıl bakıyorlarsa kitapların da tadına baksınlar.
Çocuklar fanus içinde büyümez. Düşünün ki çocuğa adını sorduğumda yanındaki anne-baba cevap veriyor hâlâ! Ben daha ne diyeyim onlara! Aileler çocuğun seçimine saygı duymayı ve onun kendisinden daha farklı bir hayat yaşayacağını, başka bir zamanın insanı olduğunu sık sık anımsamalı.