Miyase Sertbarut

Miyase Sertbarut

Menü

Miyase Sertbarut'un kitapları hakkında yazılanlardan bazıları

Merhamet yorgunluğu yaratmadan…

İyi Kitap sayı: 38 Nisan 2012, Zarife Biliz

Yarattığı inandırıcı karakterlerle genç okurlarını kendine bağlamayı bilen Miyase Sertbarut’tan bambaşka bir roman: Çöp Plaza. Yazar bu kitabında ekmeğini çöpten çıkaranları, “en alttakileri” anlatıyor.

"'Ben yoksulluğu güzel anlatmak istedim,’ desem ne kadar vahim bir cümle çıkıyor ortaya görüyor musunuz?” diyor Miyase Sertbarut son kitabı Çöp Plaza  ’dan ve bu kitabı yazmanın kendisi için taşıdığı açmazlardan bahsederken. Genç okur onu 2004 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman yarışması ikinciliğini alan Sisin Sakladıkları ile tanıdı. Ardından 2006 yılı Tudem Edebiyat Ödülleri İlkgençlik   Romanları yarışmasında birincilik kazanan Kapiland’ın Kobayları geldi. Bir Anadolu efsanesinden yola çıkarak kaleme aldığı Yılankale ve gençlerin kimlik sorunları ile empati konusunu ele aldığı Kimsin Sen’le okurlarının kalbine kurduğu tahtı sağlamlaştırdı. Sertbarut son kitabı Çöp Plaza  ’da çıtayı biraz daha yükseltiyor ve gençleri farklı bir empati sınavına davet ediyor.

Siz edebiyatın farklı türlerinde, farklı yaştaki okur gruplarına eserler veren bir yazarsınız. Çocuklara   ve gençlere romanlar, hikâyeler, masallar yazıyorsunuz. Çocuklara   yazmakla gençlere yazmak arasında ne gibi farklar var sizin açınızdan?

Kurmacanın dünyasına girdiğinizde aslında hiçbir şey   fark etmiyor, kurmaca kurmacadır. Yalnızca diliniz biraz değişir, hepsi bu. Gençler için yazıyorsanız çocuklara   yazdıklarınızdan daha sert olma şansı   yakalarsınız belki. Ama sonuçta hayatı anlatıyorsunuz, hayattan kesitler sunuyorsunuz. Okur olarak yaşımız kaç olursa olsun, hayat bizi algılayabildiğimiz ölçüde   ilgilendirir. Yazar olarak da durum farklı değil. Son yazdıklarımın daha çok   gençlere yönelik olması da sanırım o yaş grubunun dilini ve ruhunu sevmemden kaynaklanıyor.

Son yayımlanan kitabınız Çöp   Plaza bir açıdan bana diğer kitaplarınızdan farklı geldi. Daha önce  yayımlanmış olan kitaplarınızda, mesela Kapiland’ın Kobayları’nda, Kimsin Sen’de, keza Sisin Sakladıkları’nda kahramanlarınız hep orta sınıfa mensup, eğitimli, nispeten varsıl ailelerin çocuklarıydı. Ancak son çıkan kitabınız Çöp Plaza’da kaleminizi başka bir yöne çevirmiş ve çöp toplayan çocukların hayatına girmişsiniz. Hep “öteki” olarak görülen, hatta bir şekilde suçla bağdaştırılarak uzağından geçilen insanları yakınımıza getirmişsiniz. Öncelikle bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çöp Plaza bambaşka bir roman oldu. Her kitabın ağırlığı, duygudaşlığı farklıdır, ama bu kitap benim için en fazla yakınlık kurduğum, iç döktüğüm anlatı oldu. Bir yanıyla çok gerçekçi, bir yanıyla çok hayalci, ben de öyleyim. Bazen insan kolaya kaçabilir, hedef kitle belirleyebilir, yani oturup ergen problemlerini yazabilirsiniz, futbolu konu edinebilirsiniz, bir hayaletle yol alabilirsiniz, okunur ve sevilirsiniz de, çünkü çocuk ve gençlik edebiyatında “yaz kitabı” hafifliği çoğumuzun kolunu bacağını kaptırdığı bir tuzaktır. Çocuklar neden suya sabuna dokunan kitapları da okumasın ki? Bunları okuyunca anarşist mi olacaklar, melankolik mi olacaklar, depresyona mı girecekler? Hayır, yalnızca farkında olacaklar ve bir kitap okumuş olacaklar.

Yaklaşık bir buçuk yıldır kafa yorduğum, anlatmalıyım ama nasıl anlatmalıyım, dediğim bir durumun hikâyesi Çöp Plaza. Duygu sömürüsü yapmayacak, merhamet yorgunluğu uyandırmayacak, ama yoksulluğu edebiyatla görünür kılacaktım. Konuyu ilk çıtlattığım arkadaş, biraz alaylı yüzüme bakıp, “Sen Kemalettin Tuğcu mu olmak istiyorsun?” demişti. Yok demiştim, kastettiğin gibi değil, başka türlü bir “Kemalettin” olacak bu kitap. O başka türlüyü yakaladığıma inanıyorum.

Bir yazınızda “Kitaplarımda anlattığım her çocuğu yaşıyorum,” dediğinizi hatırlıyorum. Peki, çöp toplayan bu çocukların hayatına, algı dünyasına girmeyi nasıl başardınız? Mesela gidip yaşadıkları mahalleleri görmek, hayatlarına daha yakından bakmak, onları daha yakından tanımak ihtiyacı duydunuz mu? Daha bildiğimiz bir sosyal çevreye ait olan diğer kahramanlarınızı yaratırken hissettiğinizden farklı kaygılarınız oldu mu?

Evet, bu çocukları tanıyorum diyebilirim. Beş yıldır Ankara’nın çöp pazarlarında dolaşırım. Her türlü insan vardır, uçlar dünyasıdır. El Kaide sanıklarıyla ahbaplık edersiniz, bambaşka dostlar edinirsiniz. Bitpazarı demeye dilim varmıyor, çünkü daha alttaki bir dünyanın pazarıdır, tam anlamıyla çöp pazarıdır. Çocuklar da gelirler bir şeyler satmaya, babalarıyla ya da ağabeyleriyle. Ama zordur bu çocukları anlatmak, gerçekten zordur.

Yoksulluğu, edebiyatla anlatmak, savaş fotoğrafı çekmek gibidir. Bir çocuk öldürülürken yaptığı tek şey deklanşöre basmak olan fotoğraf sanatçısının kendi insanlığını sorgulamasına benzer. Ölümün fotoğrafı güzel değildir, ama “Savaşa Hayır!” dedirtmek için de savaş fotoğrafları çekilir.

Risklidir yoksulluğu anlatmak, çünkü yalnızca acıklı bir hikâye anlatmak değildi benim derdim. Bakın söylemesi bile zor. “Ben yoksulluğu güzel anlatmak istedim,” desem ne kadar vahim bir cümle çıkıyor ortaya, görüyor musunuz?

Gene aynı yazınızda “Bana benzeyen ve bana benzemeyen insanları anlattım, size benzeyen ve size benzemeyenleri… Yakınlaştırmak istedim ötedekileri, uzaktan bakmak istedim yakınımdakilere, daha iyi görebilmek ve gösterebilmek için,” diyorsunuz. Çöp Plaza’da böyle bir kaygının sonucu olarak mı çıktı ortaya? Her gün gördüğümüz, burnumuzun dibinde olan, ama gene de duygu, belki de düşünce evrenimizin çok uzağına düşen insanları yakına getirmek miydi amaç? Bunu yaparken amacınız neydi? Ya da hayaliniz mi demeli?

Bu romanda anlattığım üç çocuk, her hafta sonu çöp pazarında gördüğüm çocukların arasından çıktı. Onlara bir dünya yarattım, evlerinin içine gerçekten girmedim, ama onlar beni götürüp gezdirdiler o dünyada, en gizli duygularını paylaştılar, başkalarına söyleyemedikleri şeyleri söylediler. Bütün bunları yazar olarak ben yarattım, ama onlar bana pek çok ipucu verdi. Pazar yerlerindeki halleriyle, gözleriyle, ürkeklikleriyle, cesaretleriyle ipucu verdiler ve kendilerini yazdırdılar. “Bizi anlat!” diye bağırmadılar, ama hep fısıldadılar. Şimdi bu kitapla herkesin kulağına bir şeyler fısıldasınlar istiyorum. Çünkü yalnızca benim duymamın onlara bir yararı yok.

Aslında söyledikleriniz bir şekilde bizi empati konusuna getiriyor. Empati sizin için önemli bir konu. Kimsin Sen adlı romanınızda gençlerin kimlik kaygılarını konu edinmiş, onları empatinin, kendimizden farkı olanı anlayabilmenin önemi ve güçlükleri üzerine düşündürmüştünüz. Çöp Plaza’da da orta ya da üst sınıfa mensup çocuk ve gençleri, yani çocuk ve gençlik edebiyatının asıl alıcı kitlesini oluşturan okurları gene bir empati sınavına çağırıyorsunuz sanki…

Haklısınız, Çöp Plaza’da anlattığım çocuklar, kitap alıp okuyacak çocuklar değil. Ama onları göstermek gerektiğine inandım, bu kitabı okuyacak çocukları onların dünyasında yolculuğa çıkarmak istedim. “Bir köpek alalım mı anne?” diye soruyor ya Fırat, bunu annesine sormuş binlerce çocuk var okuyacak olanlar arasında. Kendi cümlesini, tamamen başka bir dünyaya ait bir çocuğun ağzından duymanın yaratacağı duygudaşlığı düşünsenize. Bu muhteşem bir şey olur, okurun “O da benim gibiymiş,” diyebilmesini sağlamak.

Sizin kitaplarınızda bireysel ya da toplumsal sorunların arkasında her zaman polisiye yönü olan bir macera akıyor. Kahramanlar da bu polisiye olayı çözmeye uğraşıyor. Çöp Plaza’da da benzer bir durum var. Aşırı korumalı yaşamdan dolayı bağışıklık sistemleri çöken zengin çocuklara, mikropla iç içe yaşayan, sağlıklı yoksul çocukların kanının yasadışı yollardan verilmesi üzerine macera başlıyor. Kurguya yönelik bu tercihiniz üzerinde konuşsak biraz. Okuru kitaba çekmek için illa böyle bir macera şart mı? Çocuk okur maceraları seviyor ama genç okur sanki daha fazlasını hazmedebilir gibi geliyor bana…

Gayet sevdim bu soruyu, hem de düşünmemi sağladınız. Macerayı seviyorum aslında, günlük hayatta yaşayamadığımız bir olayı kitaplar aracılığı ile yaşamak hoş bir oyun. Çöp Plaza çocuklarını bu yarı fantastik maceranın dışında tutup kendi gerçeklikleri içinde anlatmış olsam, belki edebi ağırlığı daha fazla olan bir yapıt ortaya çıkardı. Ama ne yazık ki daha az okunurdu. İstedim ki sonuna dek okunsun, çok çocuğa, çok gence ulaşsın. Macera, bu romanda benim için yalnızca araç oldu, amaç değil, çünkü asıl anlatmak istediğim, en alttaki çocuklar, çöplüğün çocukları! Macera olmadan belki empati de eksik kalırdı. Kahramanın yanında yer almamızı sağlayan şey, biraz da onun çözmekte zorlandığı entrikalar değil mi? Üstelik maceramıza metaforik açıdan da bakmak mümkün. Çünkü yoksulların çalınan kanı en tepedekilerin yaşamlarını sürdürmeleri için kullanılıyor. Bunun vahşi sömürüyü bir biçimde yansıttığını düşünüyorum.

Kitabın sonunda halk sağlığı bakanı bir pilot proje tasarlıyor ve mikrop alışverişini arttırma amacıyla yoksulları en zenginlerin gayet korumalı sitesine prefabrik yapılarla taşıyor. Bu noktadan sonra iki farklı son yazmışsınız romana. Biri idealist, biri daha gerçekçi olduğunu belirttiğiniz iki kısa son… Ama bu tür çelişki ve eşitsizliklerle yaşayan tüm toplumlarda böyle bir pilot proje bile, pek çok sebeple, gerçeklikten uzak bir durum aslında. Kitabın sonuna dair neler söylemek istersiniz?

Çöp Plaza aslında başından itibaren alabildiğine romantik, alabildiğine anarşist, alabildiğine gerçekçi, alabildiğine hayalci bir kitap! Sona yaklaşırken, ütopik bir şekilde, dediğiniz gibi hiç de gerçekçi olmayan bir sonla bitmeye eğilim gösterince, dur dedim kendime. Çark edip bu kez karşı-ütopyaya direksiyon kırdım. Ama okurun da kendi kendine tartışması için kurgu dışı bir iki cümleyi de paylaştım orada.

Romanda ilerlerken, bariyerli sitelerle ilgili pek çok makale okuyup, söyleşi dinledim. Türkiye’de öyle bir pilot proje henüz olmasa da bazı Avrupa ülkeleri bu ayrışmayı önleyebilmek adına farklı sosyal statüdeki insanları bir arada tutmak için uygulamış. Ama elbette bu kitaptaki gibi en diptekilerle en tepedekileri bir araya getirmek hayal ötesi bir durumdu.

Röportajın başında da belirtmiştim, Çöp Plaza diğer gençlik kitaplarınızdan farklı bir soluk taşıyor. Aynı soluğu başka kitaplara da taşımayı düşünüyor musunuz? Sırada nasıl projeler var gençler için kafanızda?

Her kitapta başka türlü şeyler yaşamayı seviyorum. Bu nedenle örneğin seri kitap yazamamak gibi bir sorunum var. Aynı kahramanlarla yola devam edemiyor gibiyim. Ama Kapiland’ın Kobayları için bir devam kitabı çıkacak gibi. Bir aşk romanı yazmaya başladım, ama klasik ve romantik bir aşk olmayacak. Öylesi çok sıkıcı olur! Çok proje var, artık hangisi kendini yazdırırsa.

O zaman son bir soru daha. Kimsin Sen’de karakterlerden biri ıslahevine düşüyordu. Kurgu gereği ıslahevi gerçeği kitapta çok uzun yer tutmuyordu, fakat gene de kitaba girmesi çarpıcı bir durumdu. Başka bir romanınızda acaba bu konuyu etraflıca işlemeyi düşünüyor musunuz diye merak etmiştim okurken… Ne dersiniz, gelecekteki kitaplarınızdan biri ıslahevlerini, oraya düşen çocukların gerçeğini anlatabilir mi?

Yazmak benim için kendimi iyileştirmek anlamına da geliyor ve sanırım bu nedenle çocuklar ve gençler için yazmayı yeğliyorum, çünkü umuttan söz edebiliyorum onlar için yazarken. Çöp Plaza’nın hüzünlü yoksulluğunu anlatmak hiç kolay olmadı. Şimdi bunun ardından, yeniden karanlığı yazmaktan, karanlıktaki çocukları yazmaktan ciddi anlamda korkuyorum. Bu nedenle ıslahevlerini anlatan bir kitaba yakın zamanda eğilemem sanırım. Çünkü umuda ihtiyacım var. Onları görmezden gelmek anlamına da gelebilir bu söylediklerim, ama onları yazmak, onları görmekten öte, onları yaşamak anlamına geliyor benim için. Hani çocuklar sorarlar hep, bu yazdıklarınızı yaşadınız mı, diye. Evet, hepsini yaşadım diyebilirim, çünkü yazarken başımdan geçmiş gibi inanıyorum kitabın kurmaca dünyasına.

Yoksulluğu edebiyatla görünür kılmak…  

Burhanettin Düzçay 

Miyase Sertbarut Çöp Plaza’da, hem en alttaki yoksulların, ekmeğini çöpten çıkaranların dünyasını gösteriyor bize; hem de steril plazalarda, elit sitelerde her şeye sahip ama doğayı yitirmiş en üsttekilerin dünyasını. Yazar sadece yoksulluğu anlatmıyor, zenginliğin verdiği gücün ahlakını da sorguluyor.

Miyase Sertbarut’un son kitabı Çöp Plaza, daha adından farklı bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu hissettiriyor. Hepimizi şaşırtan, alışılmamış bir bağdaştırmayla karşı karşıyayız. Tabii ki burada terfi eden “çöp”. Yoksa dilimizde çok fazla evveliyatı olmayan “plaza” sözcüğünün (modern, Avrupai, seçkin, temiz, randevusuz girilmez, yakınından geçilmez, kapısında güvenlik, iş hanlarının sidik kokan koridorlarına karşılık tuvaletleri gül bahçesi kokan, dışardan içi görülmez yüksek binalar…)  “çöp”le ne ilgisi olabilir ki?

Yazar bu iki sözcükten hareketle iki ayrı dünyayı büyüteç altına alıyor. Biri, sadece çöpleri karıştırırlarken farkına vardığımız insanların oluşturduğu, yoksulluğun en dibi diyebileceğimiz bir dünya; diğeri, seçkin yaşamın, zenginliğin, dünya nimetlerinin tümüne sahip olmanın gönenci içindeki bir dünya.

Ama ortaya çıkan tablo, bu ayrı dünyalar arasındaki karşıtlığı vurgulamaktan çok daha fazlasını sunuyor.

Bu dünyaların varoluş (felsefi anlamda değil, sözcüğün gerçek anlamıyla) sorunlarını ortaya koyuyor. Coğrafi olarak komşu, ama yaşam biçimleri olarak kutuplar kadar uzak bu dünyalar varlıklarını sürdürebilmek için birbirlerine muhtaç.

Fırat ve ailesi, tüm Gülova Mahallesi (içinde yaşayanların verdiği adla “Çöp Plaza”) sakinleri gibi yaşamlarını çöpleri karıştırarak sürdürmektedir. Aç kalmamaları için zenginler daha çok tüketmeli, daha çok şey kullanıp atmalıdır.

GÜCÜN AHLAKI

“Elit Site” sakinleri ise kurdukları kusursuz dünyada ölümsüzlüğe yaklaştıklarını sanmaktadırlar; kuşlara, böceklere bile kapattıkları dünyalarıyla doğaya adeta meydan okurlar. Ancak doğallıktan uzaklaşmanın faturası ağır olur. Çocukların bağışıklık sistemi çökmüştür: “Çabucak yoruluyordu çocuklar. Gözleri eskisi gibi parlamıyordu. Dudakları soluk, saçları en iyi şampuanlara rağmen donuktu. Dokunduklarında, yanaklarını öptüklerinde sanki soğuk bir laboratuvar tüpünü öpmüş gibi oluyorlardı. Çözüm; Gülova Mahallesi’ndeki sağlıklı çocukların kanları sinsice çalınarak Elit Sitesi çocuklarına aktarılacaktır. Bu andan itibaren sadece yoksulluk anlatılmakla kalmaz, zenginliğin, seçkinliğin verdiği gücün ahlakı da sorgulanır.

Küreselleşen, küreselleştikçe zenginleştiği söylenen, milyar dolarların havada uçuştuğu yeni dünya düzeninin ne menem bir şey olduğunu, bu zenginleşmeden yoksulların payına düşenin ne olduğunu sorgulamak Miyase Sertbarut için yeni bir şey değil. Sisin Sakladıkları’nda insan ömrünü uzatmak adına insanları kobay olarak kullanan bilim ahlakına; Kapiland’ın Kobayları’nda daha çok kâr hırsıyla gençleri GDO’lu yiyeceklerle daha fazla tüketmeye yönlendiren kapitalist ahlaka neşter vurmuştu.

“Büyüteç tutmak”tan söz etmişken, büyütecin romanda önemli bir yeri olduğunu da belirtelim. Büyüteç, küçük kahramanlarımız Çöp Plazalı Fırat ve Elit Siteli Berk aracılıyla olay örgüsü içinde kendine önemli bir yer buluyor. Fırat, çöpte bulunmuş büyüteçlerden koleksiyon yapar. Kanlarının izini sürmek için gizlice girdiği Elit Site’de tanıştığı Berk’in de en pahalısından büyüteçleri vardır. Ve iki küçük çocuk için büyüteç, oyunla karışık gerçeğin izini sürmenin tek silahıdır… Aynı zamanda büyüteç, Fırat’ın gelecek düşlerinin bir metaforudur. Fırat, bir bilim adamı olacak, mikropları inceleyecektir.

Çöp Plaza’nın su gibi akan bir kurgusu var. Miyase Sertbarut, sanatçı duyarlılığı ve sezgisiyle yoksulluğu her an soluduğumuz bir atmosfer haline getiriyor, fakat duygu sömürüsüne asla düşmüyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliği, kapitalist etiği, sistemin sorunlarını sorguluyor, sorgulatıyor ama didaktik cümleler kurmuyor. Elinize aldığınızda, bir polisiye hikâyenin hızlı temposu içinde bitmesin diyerek, bitirmeden bırakamayacağınız bir kitap Çöp Plaza.

Burhanettin DÜZÇAY   İyi Kitap sayı: 39

Foto: instagram turkcecinin_renkli_dunyasi / Dilek Aydın

Foto: instagram turkcecinin_renkli_dunyasi / Dilek Aydın

EZBER BOZAN BİR “PLAZA”

Mavisel YENER

Bu bir vampir hikâyesi değil, ama kan emicilerin varlığını gösteriyor!

 Ezber bozan bir kitabın gölgesindeyiz bu sıcak yaz gününde. Hakkâri’den Ankara’ya gelmiş, geçimini çöp karıştırıp atık toplayarak sağlayan bir aileyle tanışıyoruz Çöp Plaza’da. Yaşadıkları mahallenin adı Gülova olsa da orada yaşayanlar “Çöp Plaza” takmış adını. Çabucak benimsenmiş bu isim. O insanlar yaz kış, adım adım kenti dolaşıp çöp karıştırıyor, yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Mahalledeki çok çocuklu ana babalar şanslı sayıyorlar kendilerini. Çünkü ne kadar çok çocuk varsa o kadar işe yarar çöp toplayıcısı var. “Demir, plastik, kâğıt, cam… işe yarayabilecek ne varsa taşırlardı yuvalarına.”(s,37)

 Çöp Plaza’nın pek yakınındaki seçkin site “Elit City” romanın önemli mekânlarından. Orası, yalıtılmış, fanus içine alınmış bir yer. Sitede yaşayan “elit”ler çocuklarına temiz bir yaşam alanı sağlayabilmek için her türlü konforu oluşturmuşlar. Çocukların tüm gereksinimleri siteden çıkmadan giderilebiliyor. Ev, okul, berber, alışveriş merkezi, eğlence mekânları, oyun parkları sitenin içinde. Çocukların sağlıklı büyüyebilmesi için her şeyi yapıyorlar. Koruyucu aşılar uygulanıyor; ülkede bulunmayan hastalıkların aşıları bile, her olasılık düşünülerek, yapılıyor. En ufak bir hastalık görüldüğünde hemen önlem alınıyor. Belleri silahlı güvenlikçiler siteye yabancıları sokmuyor; sokak kedilerine, köpeklere karşı bile önlem alınmış. Seçkin sitelerin üstünden kuş uçmuyor. Çünkü binaların çatılarında kuşları rahatsız eden, yön şaşırtan özel cihazlar var. Çocuklar parktan veya okuldan geldikten sonra belki virüs taşıyordur diye bakıcılar tarafından özel duşa alınıyor sonra evin içine geçiyorlar.  Ancak, son altı aydır yapılan incelemeler sonucunda korkunç bir bulgu elde ediliyor. Çocukların bağışıklık sistemi artık devre dışı! Bu tehlikeli duruma çözüm olarak kan nakli gerekiyor. Sağlıklı bireylerden alınacak kan, hasta kan hücrelerini şaşırtacak ve yeniden canlandıracak türden olmalı. İyi de, onca kan nereden bulunacak? Çöp Plaza’nın her türlü virüs ve bakteriye dirençli olan çocuklarından olmasın sakın? Romanın bundan sonrasını okurken gerçek kan emicilerle yüzyüze gelecek, şaşıracaksınız.

Yazarın kurguyu mutlu sona bağlamasını gerçekçi, inandırıcı bulmamıştım doğrusu. Meğer erken karar vermişim.  “Roman böyle ilerlesin isterdiniz değil mi sevgili okurlar? Mutlu bitsin bir masal gibi…” tümceleriyle sıçradım yerimden. Okura büyük bir sürpriz yapılmış, romanın sonu yeniden yazılmıştı. Bir kez daha şapka çıkardım MiyaseSertbarut’un kurgu yeteneğine.

Gerekçeleri farklı olsa da, Gülova Mahallesi Elit City’den, Elit City de Gülova Mahallesi’nden hoşnut değil. Gölova’da yaşayanlar siteden atık toplayamamaktan şikâyetçi. Zaten onların çöp öğütme makineleri var, bu yüzden hiç atıkları yok.  Çöp toplayamadıkları bu siteyi “işe yaramaz” buluyorlar. Korunaklı sitede oturanlar mahalleden pis koku yayıldığından, köpek havlamalarından, horozlardan, kışın yanan sobalardan şikâyetçi. O mahallenin kaldırılması için ellerinden geleni yapmaya hazırlar. Zaten, Elit City’nin sakinleri arasında yargıçlar, vali, polis müdürleri, belediye başkanı, başbakan, emekli generaller var. Herkes güçlü komşusu olsun istiyor. Böylece kendilerini daha yıkılmaz, daha yüce, daha ulaşılmaz hissediyorlar.

Ailenin küçük oğlu Fırat, hafta sonları babasıyla birlikte bitpazarına gitmeyi seviyor. Oradan bir liraya aldığı büyüteci, çöplerden bulduğu büyüteçlerin yanına koyunca seviniyor. Büyüteç roman boyunca bir eğretileme olarak kullanılmış, sonuç bölümünde de farklı bir işlevi yerine getirmiş. Evin kızı Feride de kurbağa bibloları koleksiyonu yapıyor. Bunları biriktirmesi rastlantısal değil elbet. Bazen gizli gizli öpüyor onları, belki prens olurlar kim bilir…

Kitap, çerçöp içinde eşinen bu çocukların/ insanların hakları konusunda düşündürürken köyden kente göç sorununu da başarıyla işlemiş. “Keyfimizden gelmedik buralara. Köy mü bıraktılar, hayvan mı bıraktılar, ev mi bıraktılar… Açlık belasına geldik buralara.”(s,13) Ailenin çocuklarının çıkmazını birkaç tümceyle bakın nasıl özetliyor yazar: “Çalışmak daha iyi, liseye gidince ne olacaktı? Ha ne olacaktı? Hiiiç… Ya pazarcılık yapacağım ya güvenlikçi olacağım? Pazarcı olacaksam liseye gitmeme gerek var mı?”(s,14)

Sömürü düzeni, çocuk okurlara yalın bir dille anlatılmış. Çöp toplayanları sömürenlerden biri de toptancılar. “Toptancılar üçkâğıtçıydı. Gram gram toplanan kâğıtları, plastikleri eksik tartıyor, eksik para veriyor ya da sonra veririm diyerek vermiyorlardı.”(s, 51) Sömürü düzenine dâhil olanlara “Vampir” benzetmesi yapılıyor. “Bak şimdi, hurda depolarının sahipleri var mesela. Sonra şehrin çöplüğünü satın alan şirket var, bize çöp hırsızı deyip zabıtayı peşimize takan belediye başkanları var. Bunların hepsi vampir.”(s,62) Kitaptaki eleştirel bakış medyaya da yöneltiliyor. Gazetecilerin, Elit City’ye yaklaşamazken yoksulların kapısız avlularına babalarının bağı gibi dalıp izinsiz çekim yapmaları çarpıcı bir dille anlatılmış. “Çocukları yanyana dizip kendi senaryolarına, kendi mizansenlerine göre çekimler yaptılar. Murat flaş patlatıp duran gazetecilere eliyle ayıp bir işaret yapmasına rağmen aldırışsız devam ettiler işlerine.”(s,143)

Sağlık sistemi, kentsel dönüşüm sistemi ve adalet sisteminin yanısıra eğitim sistemi de sorgulanıyor satır arasında. “Bizler sorgusuz sualsiz kabullenen taraftayız. Biraz kafası çalışan herkes başına geleni sorgulamaz mı?” sorusuna minik Murat’ın yanıtı çarpıcı: “Soru yok! Soru yok! Okulda bize böyle öğrettiler.”(s, 80)

MiyaseSertbarut, İyi Kitap dergisinde Zarife Biliz’le yaptığı söyleşide ne güzel özetlemiş: “Çöp Plaza aslında başından itibaren alabildiğine romantik, alabildiğine anarşist, alabildiğine gerçekçi, alabildiğine hayalci bir kitap!”

“Vampir insan”lara hiçbir zaman bu romanda olduğu denli yakından bakmamıştım. Daha önce onlarla ilgili çok şey okudum. Ama ilk kez onları gerçekten tanıdığımı hissediyorum. Çocuklar heyecanlı, yarı fantastik bir roman okurken gerçekler karşısında sarsılacaklar. Çocuklarını fanuslarda büyüten aileler okutmasınlar!

Nurgül Ateş

Birgün Kitap, 02. 07.2011, yıl: 4, sayı: 104
“Kimsin Sen?” üzerine
 ERGENLİK CANAVARI

Ergenlik, insanın kendisini farklı kılmak, aynı zamanda kabul görmek için sabırsızca çaba harcadığı dönem… Hem kendini çocukluktan koparacaksın, hem de hayata dair pek bir tecrüben olmasa da yetişkinlerin arasında yer almaya çalışacaksın. Yaşını başını almış insanların, içindeki çocuğu yaşatırken düştükleri durumlar ne kadar hazinse ergenlerin bir yetişkin gibi davranırken düştükleri durumlar da o derece hazin…

Kimsin Sen, Miyase Sertbarut’un ergenlik dönemi sorunlarıyla baş etmeye uğraşan gençlerin ve onların ailelerinin yaşadıklarını ele alıyor. Ne de olsa ergenlik aileleri de derinden sarsan bir dönem. Öyle ya, hırlısı var hırsızı var, okuduğu kitaptan görüştüğü arkadaşına kadar kontrol etmek gerek. Gerçi kontrol mekanizması çoğunluk işe yaramıyor. Hele ki fazla baskıya maruz kalan bir eski çocuk-yeni genç, kendisine yeni bir “ben” bulabilmek için akla hayale gelmeyecek yollara başvurabiliyor.

Kahramanımız Elif, artık oyuncak bebeklerinden kurtulmak ister. Nedir onlar öyle canım, hepsi manken bozması… Nerde eskinin pofuduk, şişkocuk, tatlıcık bebekleri, nerde şimdiki zamanın ideal, uzun boylu, ince belli, her daim saçları yapılı, binbir giysili güzelleri… Elif bebeklerinin kolunu bacağını koparırken yüzünü gözünü karalayıp bir poşete koyup onları atarken aslında bir değer yargısını da atma çabası içindedir. Çünkü çocukken hoşuna giden kalıplar artık ona dar gelmeye başlamıştır. Öyle ya, aynaya baktığında hiç de o bebekler gibi değildir. Hani “bebek gibi” derler ya, bazı insanlar ergenliği sahiden bebek gibi geçirirken, bazıları orantısız büyüyen bedenleri ve ölçüsüz hisleriyle tam bir kaybolmuşluk içinde yaşarlar. Elif’in içinde o bebek gibi arkadaşlarına karşı küçük bir haset de oluşur hani. Kim olsa haset duyar tabii. Ama Elif bir kimlik savaşı içerisindedir artık. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini kendisi bulacaktır.

Hani, hamur derler ya eskiler; ergenlik döneminde ailelerin en çok yaslanacakları yer, o hamur denen değerler olsa gerek… Onca duygusal ve çevresel karmaşanın içinden insanın bir birey olarak çıkarken, kendisini oluştururken ailesinden getirdiği o hamur sanki onun cevheri gibidir.

Elif’te ilgimi çeken, bir sabah okula giderken çenesine ikinci bir dudak çizmesi. Yolda insanlar ona garip garip bakarlar, arkadaşları laf çarparlar. Tıpkı saçını kazıtmak, yüzünü gözünü garip garip boyamak, olmadık giysiler giymek gibi; hem kabul görmek, değer görmek isterken hem de farklı olduğunu ve bir arayışta olduğunu herkese ilan etmek isteği…

Elif’in attığı bebekler karşısına çıkacak yine. Hem de aklına hiç gelmeyecek bir şekilde. Gençlerin hayli yaratıcı bulacakları bir şekilde.

Okulda işledikleri bir ders, gençlerin ilgisini çeker. Derste empati konusu ele alınmaktadır. Hem de öğretmenin hayli yaratıcı bir örneği ile…

Elif manga tarzı kitapları sevmektedir. Annesi kitaplarına “çizgi roman” dediği için kızar. “Onlar çizgi roman değil manga!” Tam bir ergen tavrı… Ama kadın kızının “Ölüm Notu” adında bir kitap okuduğunu görünce panik olur. Elif ve kuzeni Berna, okuduklarından etkilenerek cezalandırmak istedikleri insanların adlarını not alırlar. Kısa süre sonra Berna bilinmez bir nedenle hayati tehlikesi olan bir kaza yaşar, hele ki Elif o not defterinde Berna’nın adını görünce hayli endişe duyar. Bu ölüm notu ile Berna’nın geçirdiği kazanın bir ilgisi var mıdır? Yazar burada romana küçük bir gerilim ögesi katmışsa da romanın ilerleyişinde buna yer vermemiş. Berna bir köprüden düşmüştür, ama acaba o köprü üzerinde yalnız mıydı, birisi onu itmiş olabilir mi? Yazar bu yönde ilerlemeyi tercih etmiş ve romana Berna’nın sevgilisi karakterini almış. Elif, Berna’nın bilgisayarını açtığında daha önce hiç bilmediği bir kişiden mesajlar gelmeye başlar, yazılanlardan o kişinin Berna’nın sevgilisi olduğu anlaşılır ve Elif sanki Berna’ymış gibi o kişiyle yazışır ve olayları açığa çıkarmaya çalışır.

Sonrası mı? Berna’nın sevgilisi hapse girer, çünkü agresif yapılı olduğu bilinen bir delikanlıdır, ne dese suçsuzluğunu ispatlayamaz. Berna kendine gelince onun suçsuz olduğunu açıklar. Ah hayır, hemen açıklamaz; önce sevgilisinin hapiste biraz daha burnunun sürtmesini ister. Hapishane hayatı yaşayan delikanlı da oradaki kütüphanede çokça vakit geçirir ve kitaplarla dost bir hayatın tadına varır.

Ergenlik dönemini insana musallat olan, kılıktan kılığa giren ve yenilmesi gereken bir canavar olarak değerlendirirsek, bu canavarın bir suretini de “Kimsin Sen”de okumak ilgi çekecektir.    

Deneyimin Önemi ve Empati   (İyikitap Mayıs 2011)

Ayşegül Utku GÜNAYDIN

Miyase Sertbarut’un Kimsin Sen adlı romanı, ergenlikten yetişkinliğe adım atan Elif ’in deneyimlerini merkeze alıyor ve Elif aracılığıyla, aslında görünenin ne kadar aldatıcı olduğunu, tüm dünyanın, bizim sınırlı renk algımıza rağmen, aslında sonsuz bir çeşitlilik içerdiğini vurguluyor. 

Miyase Sertbarut’un Kimsin Sen adlı son romanı, genç bir kız olan Elif ’i merkeze alarak onun çevresinde gelişen olayları anlatıyor. Elif, kendini, varoluşunu ve çevresini sorguladığı, sorularının yanıtını bulmaya çalıştığı bir dönemden geçiyor. Büyümenin, yetişkinliğe adım atmanın sancılarını duyumsuyor. Nedenini bilmediği iç sıkıntıları var. Peki, büyümek sadece sıkıntıların sayısının artması, küçük olmak ise bireyden sayılmamak ve yetişkinler tarafından ciddiye alınmamak mıdır? İşte bu noktada Elif ’in kendisine, ailesine, arkadaşlarına bakışı, yaşadığı deneyimlerle birlikte değişiyor. Bu değişimin yaşanmasında deneyim kavramının büyük önemi var. Çünkü deneyim kavramı aracılığıyla algı, görünen “gerçek”, görünenin ardındaki ve kendini başkasının yerine koyabilmek gibi noktalar üzerinde duruyor Miyase Sertbarut. Elif ’in sorularının ve yaşama ilişkin kuşkularının arttığı bu zaman dilimi, kişinin kendini ve çevresini sorguladığı, zaman zaman her ikisine de yabancılaştığı, yolunu çizmeye hazırlanırken kendini ifade yollarını aradığı bir sürece işaret ediyor. 

Her şey annesi Nilüfer Hanım’ın, akşam çöpü kapı önüne koyacağı sırada, buruşturulmuş kâğıtların altından görünen bir tutam sarı saçın dikkatini çekmesiyle başlıyor. Saçları kesilmiş, giysileri yırtılıp yüzleri tükenmez kalemle boyanmış ve çöpe atılmış bu bebeklerin, kızı Elif ’e ait olduğunu anlamakta gecikmiyor. Artık işe yaramayacaklarını düşündüğü kırk kadar bebeği çöpe geri koyan Nilüfer Hanım, kızının zor bir dönemden geçtiğine kanaat getirip bu durumu eşi Ercan Bey’le paylaşırken, bebeklerin akıbeti bize romanda başka bir dünyanın kapılarını aralıyor.

BİR SON BİR BAŞLANGIÇ 

Sokaktan geçen kırk, kırk beş yaşlarında bir kadının yırtık torbadan sarkan bebeklerden birini görerek çöpe yönelmesi ve poşeti alıp kimseye görünmeme gayretiyle hızlı adımlarla gözden kaybolması, okurdaki merak duygusunu iyice körüklüyor. Bebeğin ince uzun tırnaklarına sürülmüş parlak renkteki ojelerin onu neden bu kadar heyecanlandırdığını ise ancak bu orta yaşlı kadının, yani İnci Hanım’ın dünyasına girince görebiliyoruz. İnci Hanım, aynı zamanda Elif ’in sınıf arkadaşı Mert’in annesi. Elindeki çöp poşetiyle eve adımını atar atmaz, makasını ve diğer aletlerini alıp geliyor. Bu ana-oğlun evine daha yakından baktığımızda, her biri farklı ayakkabı kutularının içine konmuş, oyuncak bebeklere ait kopmuş kollar, yüzler, ayaklar ve gözler olduğunu görüyoruz. Okur, Elif ’in büyüme sürecinin bir parçası olarak ıskartaya çıkardığı şeylerin, başka birinin hayatında yepyeni bir başlangıcın, yeni bir projenin ilk adımlarını oluşturmasına tanık oluyor. Aynı olayın başka başka insanlar için taşıyabileceği farklı anlamları görüyor.

Elif ise bu sırada bebeklerinden kurtulmanın hafifliğini duyumsuyor. Daha pek çok şeyden kurtulmak niyetinde, ama bebeklerden başlamanın başkalarına zarar vermeyecek, hem de kendi değişiminin zeminini hazırlayacak ilk adım olduğu inancında. Bebeklerini çöpe atmak Elif için bir erginleme ritüeli aynı zamanda.

GÖRÜNENİN ARKASI 

Pek çok kişi, Elif ’in öyküsünü okuduğunda, çocukluğunda buna benzer bir eylemi gerçekleştirdiğini fark edecektir. Kendi suratını, tıpkı bebeklerine yaptığı gibi fazladan gözler ve dudaklar çizerek boyaması ve kamusal alana bu şekilde çıkarak insanların tepkilerini ve kendi hissiyatını deneyimlemesi, Elif ’in arayış ve sorgulamalarına öncülük eden kişisel bir deneyim olarak sunuluyor. Ayrıca sınıfta öğretmenleri eşliğinde yaptıkları empati kurma deneyimi de romanda sonradan gelişecek olaylara bağlanıyor. Kuzeni Berna’nın bir kaza sonucu köprüden düşmesi ve bir süre yoğun bakımda kalması, Elif ’in bu empati deneyimini bizzat hayata geçirmesine imkân tanıyor. Bu süreçte de aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, yargılarımızın yaşamı algılamada ne kadar kısıtlayıcı bir unsur olduğunu keşfediyor.


Mavisel Yener (Cumhuriyet Kitap 2010, 5 ağustos)             

           Çocukken, Şahmeran’ı önce anneannemin bakır tepsisindeki resimden, sonra da satırlardaki yolculuklarımdan tanıdım. O zamanlar efsanevi bir yaratık olan Şahmeran ben büyüdükçe kılık değiştirdi yüreğimde. Yaşar Kemal’in, Murathan Mungan’ın, Sennur Sezer’in dilinden okuduğumda yetişkindim artık. Şahmeran ne yılan, ne insandı; yalnız ve hüzünlüydü, ihanete uğramıştı. Şahmeran, ülkemdi belki de… Mezopotamya topraklarında doğmuş Şahmeran efsanesiyle ilgili kimsenin bilmediği bir gerçek (!) var ki, onu da Miyase Sertbarut, Yılankale adlı romanında fısıldadı kulağıma.

Öncelikle Şahmeran efsanesini anımsayalım. Günümüzden binlerce yıl önce, yedi kat yerin dibindeki mağaralarda yaşayan yılanlar varmış. Meran adı verilen bu yılanlar, çok akıllı ve iyi yüreklilermiş. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye değer vererek, barış içinde mutlu bir hayat sürerlermiş.  Meranların başında Şahmeran denilen eceleri varmış.  Genç ve güzel bir kadın olan Şahmeran hiç yaşlanmazmış.   Geçmişten günümüze kadar gelen bu efsaneye göre Şahmeran'la karşılaşan insanoğlu Camsab'mış. Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab, evinin geçimini arkadaşları ile odun satarak sağlarmış. Bir gün arkadaşları ile birlikte bir kuyu dolusu bal bulan Camsab, arkadaşlarının açgözlülüğü yüzünden kuyunun içindeki bal bitince kuyuda bırakılmış. Terk edilen genç cebindeki çakıyı kullanarak burada gördüğü bir deliği genişletmiş ve daha büyük bir yere geçmiş. Uyandığında etrafının yılan ve ejderhalarla dolu olduğunu görmüş. O sırada yarı insan yarı yılan olan Şahmeran yanına gelmiş ve konuşmuşlar. Camsab kendine yapılan ihaneti anlatmış. Camsab'ın anlattıklarını dinleyen Şahmeran onu kuyudan çıkaracağını söylemiş. Fakat gençten ömrü boyunca asla yerini söylemeyeceğine dair söz alan Şahmeran, ona yeterli miktarda dünyalık vererek genci kuyudan çıkarmış.

           Köyüne dönen Camsab, ülkesinin hasta hükümdarının iyileşebilmesi için Şahmeran'ın etinin önerildiğini duymuş ama ses çıkarmamış. Bir gün arkadaşları ile sohbet ederken Şahmeran'ı gördüğünü ağzından kaçırmış. Arkadaşları tarafından bu olay padişaha ulaştırılmış. Padişah Camsab'ı huzuruna çağırarak Şahmeran'ın yerini göstermesini istemiş. Fakat Camsab bir türlü Şahmeran'ın yerini söylememiş. Kendisine altınlar ve vezirlik unvanı verileceğini duyan Camsab Şahmeran'ın yerini vezire gösterivermiş. Vezir bazı sihirli kelimeleri söyleyerek Şahmeran'ı altın bir tepsi içinde kuyunun dışına çıkarmış. Vezir'in adamları Şahmeran'ı öldürüp onun etini hükümdara yedirmişler, hükümdar sağlığına kavuşmuş.

           Şahmeran'ın insanoğluna olan sadakati ve iyi niyetine karşılık gördüğü ihaneti anlatan efsanelerin farklı çeşitlemeleri olsa da, Yılankale’nin omurgasını oluşturan motif yukarıdaki efsaneden alınmış. Romanda Şahmeran efsanesine bir tuğla daha koyuluyor. “Ne efsanelerde ne hikâyelerde yer alan ve insanoğlunun bilmediği bir gerçek vardı: Şahmeran’ın yakalanmadan önce yer altında bıraktığı yumurta.”(s,7)

           Yılanlar, Şahmeran’ın bıraktığı o yumurtaya gözleri gibi bakarlar. Sıcaktan, soğuktan, taşlardan, yer altı kartallarından, definecilerden, arkeologlardan, yolunu şaşıran gezginlerden korurlar. Zamanı gelince yumurta çatlar ve Şahmeran’ın aynısı Yılankale topraklarının derinliklerinde, yumurtadan çıkar. Başına neler geldiğini bilmedikleri kraliçelerinin kopyasının doğmuş olması yılanları sevindirir. Bu gerçeğin bilinmemesi gerekir, çünkü insanoğlu dünyaya yeni bir Şahmeran’ın geldiğini öğrenirse tarih yeniden yaşanabilir. “Uğursuz bir ağız, onun etinin şifalı olduğunu ve ölümsüzlük vereceği söylentisini sağa sola yayardı. Birileri ne yapıp edip Şahmeran’ın kızını bulur ve şifa palavrası uğruna öldürürdü.” (s, 8)

           Şahmeran’ın yumurtasının çatladığı o günlerde, Adana’daki Sonsuzluk Pasajı’nda, Sahaf Sami bir kitap satar.  Sayfalar arasından çıkan harita,  defineci İhsan ve on iki yaşındaki yeğeni Mahir’i Yılankale’nin eteklerine götürecektir. Define haritasındaki Osmanlıca yazılar çift başlı kartal heykelinin gömülü olduğu yeri işaret eder. İflah olmaz defineci İhsan bu kartalı bulup ömür boyu onu rahat ettirecek serveti kazanacağını düşleyerek Adana’dan Ceyhan’a coşkuyla gider. Yardım etmesi için yeğeni Mahir’i yanına alırken ona yalan söylemiştir. “Bizim Sahaf Sami’nin arazisi varmış orada. Sami amcan geçenlerde dedesinden kalan bir mektup bulmuş. Mektuba göre orada gömülü altınlar varmış. Savaş zamanında düşman eline geçmesin diye gömmüş adamcağız.”(s,28) İhsan’ın bu yalanı ne kadar sürdürebildiğini tahmin etmek zor olmasa gerek! Çünkü Mahir, pek çok çocuk gibi sorgulayıcıdır.

           İhsan, define haritasında tarif edilen yerin, iki yaşlının yaşadığı bir kulübeye denk geldiğini görünce bu sorunu çözmekte gecikmez. Evi kiralayacak, böylece kazısını rahatça yapacaktır. Yaşlıların ona evi kiralaması için onlara yazar olduğunu ve sessiz bir ortamda çalışması gerektiğini söyler. Böylece, İhsan’ın söylediği yalanlara yenisi eklenmiş olur. Köydeki herkes Yılankale’ye bir yazarın geldiğini sanmaya başlar. Romanda, Mahir’in yanı sıra sorgulayıcı biri daha var: Çoban Ali. Çoban Ali bu yazarın kim olduğunu merak eder; hem bunu öğrenmek hem de yazılacak romana katkıda bulunmak için, bir daktilo yüklenerek köy evine yollanır. İhsan, aklına ilk gelen yazarın adını söyler “Ben Özdemir Asaf’ım” der. Çoban Ali’nin bu yazarı araştırabileceği aklına bile gelmez. İnsanoğlu’nun toprağı kazmaya başladığı haberi Şahmeran’ın kızının kulağına çoktan gitmiştir. Yılanlar bundan kaygı duysalar da, Şahmeran’ın kızı sabretmekten, öfkeye kapılmamaktan yanadır.

           Amca, yeğen define kazısını devam ettirirken, amca definenin yerini tespit etmek için akıl dışı yollara başvurur. İhsan’ın boş, batıl inançlara bel bağlaması mizahi bir dille anlatılır. İhsan defineye kavuşur mu, Şahmeran’ın kızı annesine insanoğlunun yaptıklarını öğrenir mi, yeryüzünü yılanlar basar mı, Mahir’in bulduğu gizemli saç teli kime ait, evrendeki en acımasız canlı kim? Bunların yanıtlarını merak ederek, sayfalardaki serüven dolu yolculuğumuz devam eder.

           Miyase Sertbarut, Türk çocuk yazınının yetkin bir kalemi. Miyase Sertbarut’un seyir defterinde neler olduğunu hep merak ederim. Tüm yapıtlarında olduğu gibi, Yılankale’de de okura heyecanlı bir okuma sunmuş. Kitabın sonunda ortaya çıkan bilimkurgu damarı bir yana, okurun ilgisini fantastik yazına ve efsanelere çekecek bir yapıt. Okuyanın pek çok alanda dağarcığını genişletecek bu romanda yazarın dilini göz ardı etmek haksızlık olur. Adana ve Ceyhan arasında yükselen Ceyhan Ovasına hâkim tepe üzerine kurulmuş, halk arasında “Şahmeran Kalesi” olarak da bilinen Yılankale’de geçen bu romanda, betimlemelerdeki etkili anlatımın rengi, sesi, kokusu unutulacak gibi değil. “Kale öyle bir tepeye kurulmuştu ki, insanda ister istemez bir saygı uyandırıyordu. Fiziksel bir gücü varmışçasına, her an b,r yerlerinden kollar uzanacak ve sizi alıp karanlık mahzenlerine kapatacak bir imparatora benziyordu.”(s,29)

           Sertbarut’un kaleminde, Ceyhan’ın toprağındaki, taşındaki, ağaçlarındaki kıpırtıların ve ince çığlıkların şifresi var. Yazar, doğduğu topraklara olan borcunu öderken yöreselden evrensele ulaşan bir ses yakalıyor Yılankale’de.  İnsanoğlunun kendine, doğaya karşı ne denli acımasız olduğu düşündürülürken, coğrafya ve tarihin romana yansıması çocuk okuru sıkmadan veriliyor. Bilimsel, akılcı düşünceden yoksun olan defineci İhsan’ın kimliğinde batıl inanışlar; asılsız rivayetler, asılsız inançlar, üfürükçülük sorgulanmış. “Bildiğim bir dua var. Bu duayı bir kâğıda yazıp horozun boynuna asacağız. Güneş doğmadan hayvanı buralarda dolaştıracağız. Horozun durup ötmeye başladığı noktayı da kazacağız. Çünkü define neredeyse orada ötecektir.”(s,89)

           Romanda gönderme yapılan iki yazar var: Yaşar Kemal ve Özdemir Asaf.  “Bilirsin değil mi bizim Yaşar Kemal’i. Buralıdır. Çukurovalıdır, hemşeriyiz. Hep bu toprakları anlatır, bir de güzel anlatır ki… Sanki dersin roman değil, gerçek.”(s, 53) Miyase Sertbarut okuru Yaşar Kemal okumalarına davet ederken hemşerisi olan yazarla olan bir başka ortak noktası da dikkatimizi çekiyor. Yaşar Kemal usta, nasıl ki, binlerce yıldan beri anlatılan efsaneleri yeniden yoğurup güncel olaylara yaklaştırdıysa, Miyase Sertbarut da bunu çocuk okurlar için yapmış.  Yılankale’nin merkezinde üç ana karakter var ama ufacık bir kazı yaptığımızda yan karakterlerin hepsinin metinde önemli görevler üstlendiğini fark ediyoruz. Romanda niçin başka biri değil de Özdemir Asaf anılmıştır? Okurlarını Asaf’ın güçlü soluğuyla tanışmaya göndermek istemiş olabilir Sertbarut. Belki de Şahmeran’ın gerçek yalnızlığı ile Asaf’ın “Yalnızlık Paylaşılmaz"da anlatmaya çalıştığı yalnızlık arasında görünmez bir bağ kurmak istemiştir.

           Özdemir Asaf’ın şiirlerinin bir bölümünde toplumla, yaşadığı çağla ve kendisiyle hesaplaşması gözlemlenir. Bu yaklaşımla bakılırsa Yılankale’de yaşananlar da bir çeşit hesaplaşmadır. İnsanoğlunun çelişkileri, aç gözlülüğü, kaçışları, umutsuzluğu, umudu,  kaygı, yalan ve ihanetleri sorgulanır kitapta.  Şahmeran’a yapılan ihanet, Yılankale’de çağdaş ihanetler olarak karşımıza çıkar. “İnsanoğlunun hem kendi soylarına hem başka soylara yaptıklarını yılanlar yapsaydı utançtan kıpkırmızı kesilirlerdi.” (s, 70) Doğaya, kültürel mirasa, insana, kendine ihanet! İnsanoğlu var olduğundan bu yana yeryüzünde ihanet vardır; peki, kesintisiz olarak kanayacak mıdır bu yara? Özdemir Asaf yukarıdaki dizelerinde “üç bin on beş”e götürüyor bizi, o yıllarda da ihanetler olacak mıdır ki?  “İnsan”ın kansız damarı olan kalleşlik üzerine çocukların düşünmesinin tam da zamanı!

ŞAHMERAN VE YILANKALE Yeliz Kızılarslan, iyikitap 

Şahmeran efsanesi ‘bilimkurgu’ oldu!

Çocuk ve gençlik edebiyatının ödüllü yazarı Miyase Sertbarut, geçmişle bugünü buluşturan son romanı Yılankale’de, Çukurova’nın kadim öyküsü Şahmeran’ın insanlarla olan ölüm kalım mücadelesini dillendiriyor.

Gençler için kaleme aldığı romanlarıyla tanıdığımız usta yazar Miyase Sertbarut, son romanı Yılankale ile yeniden okurlarıyla buluşuyor. Çocuklara insan, tabiat ve hayvan sevgisi aşılamayı amaçlayan kitaplarında hayal gücüne yalın bir dille seslenmeyi tercih eden Miyase Sertbarut, Tudem Yayınları’nca yayımlanan ve 2004 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Yarışması’nda ikincilik ödülünü alan ilk gençlik romanı Sisin Sakladıkları ile hem okur kitlesini genişletmiş, hem de yeni edebi türlere yelken açmıştı.

Sınavlara hazırlanırken, anne ve babası boşanma arifesinde olan İlay’ın, Kars yolculuğu sırasında yaşadığı heyecanlı macerayı fantastik bir dille anlatan Sisin Sakladıkları’nda Sertbarut, bilimkurgu türüne göz kırparak klonlama konusuna olan ilgisini ve gençlerin yaşadığı ergenlik sorunlarına karşı hissettiği duyarlığı açığa vurmuştu. İnsan neslinin ömrünü uzatmak için genleriyle oynanan kargaların çıldırarak insanlara saldırmasını engellemek isteyen İlay’ın, arkadaşı Fuat ve teyzesiyle kobay olmamak ve karga geni taşımamak için verdiği mücadele bir genç kızın büyüme serüveniyle paralel olarak anlatılıyordu.

2006 Tudem Edebiyat Ödülleri İlkgençlik Romanları Yarışması birincisi Kapiland’ın Kobayları romanında ise Sertbarut, günümüzde geçen distopik bir şiddet öyküsü anlatarak tastamam bilimkurgu türünü sevdiğini ilan etmişti. 7-17 yaş arasındaki çocuk ve gençleri şiddete yönelten bir virüsü yok etmek için piyasaya sürülen ‘anti-row’ adlı şurubun gençleri salt tüketime yönlendirmesini eleştirerek; gençlerin, ergenlik döneminde yaşadıkları fiziksel değişimlerin etkisiyle kapitalizmin harcama çılgınlığına nasıl müsriflik düzeyinde sürüklendiklerini anlatıyordu roman.

Şimdi ise, Yılankale’de, tarihi bir efsaneyi; Adana, Çukurova’nın kadim mitlerinden biri olan yılan-kadın Şahmeran’ın hüzünlü öyküsünü modern dünyada geçen bir öyküyle buluşturarak anlatıyor Miyase Sertbarut. Bu topraklarda yüzyıllardır kulaktan kulağa, dilden dile dolaşan yılan kraliçenin efsanesini, gizemli ve yine bilimkurgusal bir anlatımla kaleme alan Miyase Sertbarut’la, Yılankale ve yazın serüveni üstüne konuştuk.

Yılankale’de, Şahmeran efsanesini yeniden dillendirerek şiddete karşı bir tutam yılan saçı öneriyorsunuz. Bu fikir nasıl oluştu?

Bugün ne yazarsam yazayım, beni besleyen şey sanırım çocukluğum... Şahmeran çocukluğumun gizemli efsanelerinden biridir. Yılanlar, Şahmeran’ın insanlar tarafından öldürüldüğünü iyi ki bilmiyorlar, diye sevinirdim çocukken. Evet, şiddete karşı bir tutam yılan saçı öneriyorum! Günümüz genci bilime yönelsin, doğayı incelesin, laboratuarlarda sabahlasın, raporlar hazırlasın. İncelediği bir tutam saçın geçmişteki bir anneanneye mi, yoksa bir yılanlar kraliçesine mi ait olduğunu anlasın istiyorum. Bu, gençliği doğal olarak şiddetten uzaklaştıracaktır.

Efsaneyi farklı anlatımlarıyla derlemişsiniz romanınızda...

Efsane ve masallar, sözlü geleneğin içinde var olduğundan, değişik anlatımlarını duymak mümkün. Mardin’de başka türlü, Ceyhan’da başka türlü, evimizde başka, komşu evde başka türlü anlatılır. Okuyucu bu geleneği de fark etsin istedim. Ceyhan benim doğduğum yer. Ben eski güzelliğini ve kendi çocukluğumu da özlediğim için Yılankale kitabıyla biraz dolaşmak istedim o topraklarda. Yazarak zamanda yolculuk mümkün, kendi adıma bunu yaptım. 

Romanda, binlerce yıllık eski bir efsanenin sırrı neden günümüzde, Sonsuzluk Pasajı’ndaki Sahaf Sansar Sami’nin dükkânında bulunan Osmanlıca bir alfabe kitabındaki define haritasıyla çözülüyor?

Haritaları severim. Belki dünyaya kuşbakışı bakmamızı sağladıkları için. Yılankale romanında da bir harita kullanmak istedim ve harita eski olacağı için Osmanlıca olması doğaldı. Günümüz çocuğu Osmanlıca bilmiyor doğal olarak. Bunun Arap harfleriyle yazılmış Türkçe olduğunu bilgi olarak da aktarmak istedim.

Geçmişle bugünü, fantastik bir zamansal geçişle iç içe geçirme fikri neden doğdu peki?

Fantastik yazmak hoşuma gidiyor, daha özgür seçenekler sunuyor insana. Gerçeğin ve olabilirliğin katı duvarını fantazya kırabilir. Ama hiçbir kitabım bütünüyle fantastik değil benim. Her zaman yaşamın gerçeği, bu düşlemsel anlatımla yan yana ilerliyor. Yılanların kraliçesi hiçbir zaman yaşamamış olabilir, ama bu efsane yüzlerce yıl anlatıldı. Şahmeran sureti tepsilere nakışlandı, duvar halılarında yerini aldı. İnsanlar onun gerçekliğine inandılar. Ben de bunu yansıttım romanıma.

Şahmeran’ın romanda, insanlardan gizlenmeye karar vermesi, onun ezeli öldürülme korkusu ve ölümsüzlükle nasıl ilişkilendirilebilir? 

Ben Şahmeran’ın ölmesini istemeyenler tarafındayım. Bu ihanet, çocukluğumdan bu yana içimi acıtan bir sondur. İyilik yapmıştır ve sonucu kötülük olmuştur. Bu nedenle onu yaşatmak istedim. Onu yaşatacak şey de geride bıraktığı bir yumurta olabilirdi; kendine benzeyen, yarısı yılan, yarısı insan bir canlı. Belki de insanın içindeki iyi ve kötü ikilemini simgelediği için böyle bir canlı seçmiş olabilirim. Yaşayan tüm canlılarda olduğu gibi onda da ölüm korkusu var, ölümsüz olsa da. Bu korkuyu var eden şey, yaşama olan bağlılık sanırım. Yaşamayı sevenler, ölümden korkarlar.


Yazınsal sürecinizde bu romanın yerini nasıl değerlendirirsiniz?

Romanlar, öyküler yazmayı sürdüreceğim. Amacım geride iyi şeyler bırakmak ve yazarken de mutlu olmak. Her kitap tamamlandığında yeni bir kurguya başlamanın heyecanı kaplar içimi. Şimdi ne yazmalıyım? Aynı düzlemde gitmek istemem, Yılankale’de kullandığım Şahmeran efsanesi gibi, bir başka efsaneden yola çıkıp benzer bir kurgu oluşturmak benim için sıkıcı olur. Yılankale farklı bir tat oldu benim için, umarım okurlar için de öyle olur.

Romanda Yaşar Kemal’den bahsediyorsunuz. Genel olarak hangi romanlarıyla Yılankale ve Çukurova’yı bütünleştirebilirsiniz?

Yılankale’de halkın yazar deyince aklına gelen ilk isimlerden birini kullanmam gerekiyordu. Çukurova’da yaşayan insanların gururla andıkları önemli biri olmalıydı bu kişi ve Yaşar Kemal’den başkası olamazdı. Kitaplarını okumamış bile olsalar insanlar Yaşar Kemal’i bilir ve severler. Homeros gibidir. Bu romanı onun herhangi bir kitabıyla bütünleştiremem ama yapıtlarında sözlü edebiyat geleneğinden, mitolojiden bolca yararlanan biri olduğundan, Yılankale’de Şahmeran efsanesinden yararlanmam belki bir ortak noktadır.

İnsanoğlunun iyilik-kötülük, erdem ve ölümsüzlük arayışlarını sorgulayarak Şahmeran efsanesinin felsefesini de yapıyorsunuz...

Tarihin en eski yazılı destanı Gılgameş Destanı’nda bile sorgulanır ölümsüzlük. Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken kavramlar.  

Genetik bilimine de distopik bir biçimde değinerek aslında romanın sonunda şifa ve adalet kavramlarını, yasa ve bilimsellikle açıklayabilecek bir dünyanın peşindesiniz, değil mi?

George Orwell, 1984’te der ki, “Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.” Ben çocuk ve gençlik edebiyatında doğrudan olmasa da, zaman zaman başkaldırı önermelerinde bulunurum ya da başkaldırıyı sempatik kılarım. Yılankale’yi veya Kapiland’ın Kobayları’nı yetişkinler için yazsaydım ortaya bütünüyle anarşist ve yıkıcı bir roman çıkardı. Yazıdaki bu arayışlarım, elbette başkaldırı ve yıkımın ardından daha adaletli, daha yaşanır bir toplumsal düzeni özlediğimdendir. Bundan sonra yazacaklarım distopik kurgular içerse de ütopya’yı asla yitirmek istemem.


Fotoğrafı Çeken
X